3.6.13

Gelin 'Gezi Parkı'nı OKUYALIM... Okuyamayanlara kulak asmayalım...


Devrim, bir şeylerin devrilmesi ile olur. Lakin köklü bir devirme olmalı. Toplumsal faaliyet bazında bakacak olursak, devrim olması için sistemin değişmesi lazım.

Misal; Fransız Devrimi, sistemi kökten değiştirmiştir.

Peki ya 'inkılap'...

Burada mesele daha farklı. 'Gönüllü değişim' diyebiliriz. Zira kökü itibariyle 'kalben kabul etmek' manası var.

Meselelere kavramsal bakmak, körlüğün önüne geçmek için son derece mühim.

Taksim Gezi Parkı'nda başlayan ve yayılan olaylar için de bu geçerli.

Öncelikle bu olaylarda 'devrim' de 'inkılap' da yok. Zaten sonlanmış bir şey yok da, olması da mümkün değil.

Neden mi?

1- Sokağa çıkanların net bir tavrı yok. Hükumet karşıtlığı dışında ortak bir tavır yok. Ekonomik düzene itiraz söz konusuysa kökten bir sistem değişikliği gerekir. Liberal kapitalist düzene itirazın her daim yanındayım. Fakat öyle bir şey yok. Zira "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diyenler, sistemi meydana getiren şahsın askeri olarak sistemi değiştiremez.

2- İnkılabın mevcudiyeti, geniş halk kitlelerinin kanaati ile olur. Sokağa çıkanların sayısı, tencere-tava ile eylem yapanların miktarına bakınca, olayın AK Parti karşıtlığı bile olamadığını görüyoruz. Zira öyle olsaydı yüzde 48'in cereyanda etkili olması gerekirdi. Halbuki en fazla yüzde 15'lik bir oran taraf olmuş durumda.

3- Hükumetin düşürülmesi devrim veya inkılap olmaz. Nasıl bir isim verileceğini ayrıca düşünmek lazım.

4- 'Hükumet düşürme' eyleminin gerçekleşmesi için yöntem sandıktır. Sokaklarda olanların dillendirdiği çerçevede emare bu. Yani demokrasi ve hak için sokağa çıkanların hükumeti düşürme imkanı var. Sandığa gidip had bildirebilirler. Eğer buna güçleri yetmiyorsa, 'hadlerini bilmeliler'.

5- Bir halk hareketi için lazım gelen tek şey 'halk'tır. Eğer sokaktakinden daha fazla kişi evindeyse, dahası, sana itiraz ediyorsa, bu halk ayaklanması değil, kısmi kitlesel itiraz hali olur.

Çok şeyi anlatan fotoğraf...

Meseleye politikacılar çerçevesinde bakınca bu 5 maddeyi tamamen devirmeliyiz.

Zira politikacının görevi, 1 kişi dahi olsa hak talebine kulak vermektir. Hele hele kitleler sokakta ise yapılması gereken kulak vermekten öte 'ayağına gidip' arzusunu dinlemektir.

Bu yapılmadığı takdirde meselenin nerelere gelebileceğini bu örnekte gördük.

Taksim olayları siyaset dersi için mükemmel bir örnektir.

Polis görevinin başında, haddinden fazla kuvvet uygulamıyor, gereken seviyede vazifesini yerine getiriyorsa sokaktakilere kulak vermekten başka seçenek kalmaz. Zaten bir siyasetçi için bu tercihten öte zarurettir.

Hükumet, halkın her katmanının talebine kulak vermek zorunda.

Bunun yanında hem mensuplarının hem de her bir ferdin güvenliğini de sağlamak mecburiyetinde.

Burada sivillerin kesinlikle devletin dilini kullanmaması, devletin ise aksine, halkla, halkın anlayacağı dilde iletişim kurması gerekiyor.

Esasında mesele tam da burada kilitleniyor.

Başbakan çıkıp "3-5 çapulcu" derse, sadece meydandakiler değil, bütün bir halk gücenir. Zira sonuçta sokağa çıkanların talepleri var.

Ve zaten Başbakan'ın kendisi demedi mi, "samimi olarak meydanda olanlar var"...

Ve yine Başbakan ifade etmedi mi, "bazı polisler aşırı güç kullandı"...

O halde bu dil yanlış.

Çapulculuk yapanlarla zaten sokakta mücadele ediliyor, edilir de...

İş ki, genel kitlelerin kalbi kırılmasın.

Bütün yönleriyle meseleyi ele alırken elbette sokaktaki bazı kişilerin maksatlarına da dikkat çekmek lazım.

Tamamen kışkırtmacı ve kuvvetle muhtemel 'bindirilmiş kıtalar' mevcut.

Bunu ben dillendirebilirim. Ancak siyasetçi, kalp kırmamaya dikkat etmeli.

En azından böyle dönemlerde...

Bir de Avrupa ülkelerindeki ayaklanmalar gibi "ırkçılık", "göçmen karşıtlığı" veya herhangi bir zümreye karşı ayrımcı politika yok.

Aksine AK Parti, 80 senelik resmi ideolojinin oluşturduğu ve beslediği PKK ve Kürt meselesini halletmek için yok olma riskini göze almış.

Hal böyle olunca kıyaslamak ve 'diktatör' benzetmesi yapmak haksızlıktan başka bir şey değil.

Erdoğan'da bir üslup sorunu olduğu aşikar.

Ekonomik düzenin zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaptığı da ortada.

Lakin birçok bakımdan Türkiye'de ekonomik sistemin -pratik manada- batıdaki sömürü düzeniyle tam olarak özdeşleşmediği de belli.

Bütün bu manzara içinde itiraz etmek hak, lakin 'diktatör' benzetmesi yanlış.

Ve demokrasi havariliği yapıp demokratik yollar dışında şeyler deneyip, Mustafa Kemal'in (ki, kendi bir diktatördü) askeri olma iddiasıyla bağırıp çağırırsanız, meseleyi en basit seviyeye indirmiş olursunuz. Böyle olunca da sizin gibi düşünmeyenlerin karşınıza çıkma ihtimali doğar.

Neyse ki böyle şeyler olmadı, olmuyor ve olmayacak.

Ve bugüne kadar kimsenin hayatını kaybetmemesi de meselenin kıyaslanan dünyadaki diğer örnekleriyle hiç uyuşmadığını gösteriyor.

Mısır örneğiyle Tahrir havariliği yapanlar, ne Mısır'ı ne de Türkiye'yi okuyamayanlardır. Mısır polis devletiydi ve diktatorya söz konusuydu. Türkiye'de ise polis zaman zaman hatalar yapsa da 'polis devleti'nden söz etmek için çok çok çok erken...

Hele hele Erdoğan ile Mübarek'i kıyaslamak ise insanlık tarihine yapılacak hatadır.

Zira Erdoğan'ın Türkiye'deki derin yapılaşmalar ve resmi ideolojiyle olan mücadelesi ortada.

Zaten asıl mesele de bu. Resmi ideolojinin aygıtları hala intikam peşinde.

Tam da bu sebepten artık işin rengi değişti.

Sokaktaki adam, sokaktaki adam olmanın hakkını vermeli.

Ve kitlelerin ağzına baktığı şahıslar da haddini bilmeli.

Sanatçı, yazar, gazeteci, vs olmak, istediğin gibi konuşmak ve yalan yanlış bilgileri yaymak değil, tam aksine, daha ihtiyatlı olmak ve vicdanlı davranmaktır.

Memleketini ve olayları 'okumak'tan aciz insanların kitlelere ahkam kesmesinin vebali, layık olmadıkları alakayı geri almaktır...

Bu bakımdan hâlkıma çağrımdır; her kim yazarsa, okursa, konuşursa, söylerse söylesin hemen kabul etmeyin (bu yazı da dahil).

Lütfen itidali elden bırakmayalım.

Sokaktakine de hakkını verelim, hata yapana da...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder