4.6.13

'Gezi' devrim mi: Fight Club - V for Vendetta


Taksim olayları ve iki film

Sinema ne denli hayatın içindense, aynı oranda da hayatın içinde. Başka bir deyişle; hayat, sinemanın her yerinde/şeyinde...



Küresel köyümüzde her şeyden anında haberdar olmamız, esasında bizi birbirimize, insanı insana uzak etti ya, neyse. Ayrı mesele.

Aynı küresel köyde iç içe geçmiş meselelerin halli için kimi zaman birbirimizden uzaklaşmak fakat daha çok kendimizle aramıza mesafe koymak lazım.

Taksim'de başlayan ve format değiştirerek yayılan olayları sağlıklı değerlendirebilmek için de biraz geri çekilip büyük resme bakmak lazım.

Zira “basit zordur”.

Bu, “zoru başarırız, imkansız zaman alır” gazının çok ötesinde gerçekçi ve hakikatten izler barındıran yaklaşımdır.

Şimdi arzu ederseniz meseleye sinema eşliğinde bakalım.

Olayların ilk anından beri aklımda iki film var;

Dövüş Kulübü' ve ‘V for Vendetta'...

Her iki film de başkaldırı, ayaklanma, direnme ve sistem çökertme üzerine bina edilir. Sistem eleştirisi yapmanın çok ötesinde, sisteme karşı ayaklanma noktasında da öngörü ve istikamet işaret eder.

İki film şeklen birbirinden farklı. 2005 yapımı olan V for Vendetta 17. Yüzyıl şartlarında direnme ve yöntem belirleme şeklindeyken, 1999 yapımı Dövüş Kulübü ise tam da içinde bulunduğumuz zamana uygun bir ayaklanma hikayesidir.

Kısaca filmlerden bahsederek devam edelim...


Chuck Palanhiuk'un romanından yola çıkılarak çekilen Dövüş Kulübü'nde, anlatıcı (Jack), ünlü bir otomobil firmasında iyi bir mevkiye sahiptir. Modern zamanın getirdiği tek düze hayatı, kronik uykusuzluk ile çekilmez bir hale gelmiştir. Kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında Marla'yla tanışır, o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Ve sonra da Tyler Durden devreye girer. Sabun satıcısı olan Durden ile Jack kavga eder. Jack'in hayatı böylece değişir. Bir dövüş kulübü kurarlar. Süreç bunu getirir. Her insanın içinde mevcudiyeti kesin olan bu dürtü ile yol çizilir. Kulüp kısa zamanda popüler hale gelir. Eleştirilen jenerasyon için bir çıkıış yoludur bu. Bütün çabalar tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur.

Ve fazlasına da filmin sonunda ulaşırız. Bir gece, -sistemin emaresi olmaktan çok tanrılık taslayan insanın cenneti olan- gökdelenler yerle bir olur. Belki bu basit bir durum. Ancak yerle  yeksan olan esasında sistemdir. Bütün sanal sistem, somut yıkılışın simgesi gökdelenler gibi, bir tek tuşla, bir  gece yarısı yok olur.

Dövüş Kulübü, zamanın olgularına gerçekçi yaklaşan ve esas yıkımın sanal sistemde olduğuna işaret eden bir halk hareketi filmidir.

V for Vendetta'da durum farklı elbet. Zira tarih 1600'lerin başı...


V olarak bilinen maskeli bir adam, geleceğin totaliter rejimle yönetilen İngilteresi'nde korkuyla sindirilmiş halkına egemenliği geri verebilmek için şiddete başvurur. V İngiltere halkını, kendisiyle Guy Fawkes günü olan 5 Kasım'da Parlamento'nun çevresinde buluşmaya davet eder.

İngiliz tarihinde "Barut komplosu" olarak bilinen olayda aktif olarak rol alan Guido Fawkes isimli askerin gerçek hikayesinden esinlenilen filmde, Londradaki iki anıt bina havaya uçurulur; filmin başında Londra Ağır Ceza Mahkemesi ve sonunda Westminister Sarayı, Çaykovski'nin 1812 Uvertürü eşliğinde yerle bir olur. Zira adalet dağıtması gereken merci, adaletsizliğin kitaba uydurulması adına küçük bir zümrenin kullandığı araç haline gelmiştir. Saray ise otoriteyi ve seçilmiş eliti tesmil eder. Yıkılması, var olmaması gerektiğindendir.
Film boyunca V maskesini sadece bir defa çıkarır. O da ağlamak için. Ancak yüzünü değil maskeyi görürüz. Gülümseyen maske görüntüsü eşliğinde kahrından ağlayan birinin sesini duymak, bir yerde, insanın riyasına ve hepimizin içinde mahpus olan ‘diğer'ine işaret eder.

Filmde V'nin yüzü hiç görmememiz de manidar. Zira hepimiz V'yiz ve hiçbirimiz o değiliz.


Kısaca okumaya çalıştığım bu filmler ışığında Taksim Gezi Parkı olaylarına bakınca, içim acıyarak tebessüm ediyorum.

Öncelikle ve kesinlikle ‘polis şiddeti' denen olguyu reddediyorum. İtiraz ettiğim noktadaki haklılığım, gelinen aşamada polisin Taksim'den çekilmek durumunda kalmasından belli. Demek ki polis orada olmadan da oluyormuş. Zira bir hak talebi ve itiraz için bir araya gelmiş kitleleri bilmem hangi yasanın bilmem hangi bendine göre engellemek hakça değil. Çünkü yasaları insan yapar ve bugün olan yasa yarın değişebilir. Ayrıca yasaların bu  noktada ucu açık ve tolerans payı mutlaka vardır.

Vesayetten kurtulan ve gittikçe özgürleşen, -birilerinin iddiasının aksine- ekseni kaymayan, tersine rayına oturan Türkiye'de, değişen şey, halkın sesinin artık haksızdan fazla çıkıyor olmasıdır.

Bir zamanlar ‘öteki' olan ve bugün iktidarda bulunan toplum kesiminin buna kapı aralaması, ülkemde halkların kardeşliğine yol açacak olan hakların yerleşmesini daha da manidar kılıyor.

Hal böyleyken -her ne sebeple olursa olsun- sadece slogan atan ve ‘ısrarla' itiraz etmek isteyen kitlelerin üzerine polisi göndermek, en hafif  tabiriyle izansızlıktır.

Tam da burada şerh düşmek boynumuzun borcu elbet...

Hakkını arama hakkı olan halk, meseleyi başka yerlere çekerse, halk olmaktan çıkar ve bindirilmiş kıta olur.

Maalesef Taksim'de bunu gördük.

Polisin çekilmesine rağmen cam çerçeve indiren ve olay çıkaran güruh buna delalettir.

Olayların başından beri ifade ettiğim bir şey var;

Taksim'den Tahrir, Erdoğan'dan da Mübarek çıkmaz...

Buna inancım tam. Lakin sokağa yansımış bir olay inançlarla değil, doğrudan uygulama ile şekil alır.
Dolayısıyla içinde Hüsnü Mübarek olmadığına kani olduğum Recep Tayyip Erdoğan'a yakışan, halkın sesini yükseltmesine mani olmamasıdır. Zaten buna hakkı da yoktur.

Ve halkıma düşen de şudur; derdi hak değil, nifak olan kitlelerin primitif gayelerine alet olmadan sesini en gür seda ile yükseltsin.

Polis çekildikten sonra bile olay çıkaran zihniyete mani olmak tabi ki polisin vazifesi. Ancak gelinen noktada bu hususta da tolerans gerekiyor. Siyaset ve halkının Erdoğan'dan beklediği de budur.

Peki Taksim'de yaşananların Dövüş Kulübü ve V for Vendetta ile benzerliği var mı?

Yok.

Çünkü Taksim' de sesini yükselten kitleler tam olarak iki filmde de olan ‘zamanın ruhu'nu okuma becerisine sahip değil.

Bir defa halk ayaklanması halkı dışlayamaz. İktidara öfkelenip halkı ötelemek, devrime de, vicdana da sığmaz. Zira sizin baktığınız noktanın ve yöntemin çok daha ötesinde halkçı ve haklı yöntem olabilir.

Taksim'de gördüğü başörtülüyü “Burada AkePe'li istemiyoruz” diyerek kovmaktan beter etmek budur.
Hele hele halk ayaklanması ayağına 10. Yıl Marşı ile meydana çıkıp bilmem hangi diktatörün askeri olduğunu bağıra çağıra ilan etmek hak değil, ancak haz olur.

Yöntem çok mühim.

Hak için yola dökülenin imtina edeceği ilk husus diğerlerinin hakkıdır...

Kimseyi ötelemeden ve kimsenin hakkına karşı kendi hakkını üstün, kıymetli görmeden...

Toparlamak gerekirse...

Evet, kabulüm ve duamdır; şu kalleş sistemin kalesi olan sanal para sistemi ve göökdelenler, banka kuleleri bir gece ansınız, içinde kimse olmadan, kimsenin burnu kanamadan yerle bir olsun.  Adalet dağıtmayıp keyfiyet büyüttüğüne inandığımız adalet sarayları da aynı şekilde çöksün. Adaletin sarayının, hakkı gözeten bir yöneticinin yüreği olduğunu anlatalım.

Ama durun; kimseye zarar vermeyelim.

Ya hakkıyla film yapalım, ya haklıyla film olalım.


2.6.13 - haber7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder