27.2.13

Oscar'ın ödülü, sonra çıkar oyunu!


85. Oscar ödülleri sahiplerini buldu.

Sürpriz yoktu.

Belki tek sürpriz, ABD Başkanı Obama'nın eşi Michelle Obama'nın (first lady), 'en iyi film' ödülünü Beyaz Saray'a yapılan canlı bağlantıda açıklamasıydı.

Peki, ABD milliyetçiliğine hizmet ettiğine şüphe olmayan 'Argo'nun en iyi film ödülünü alırken, bunun, ABD'nin ilk siyahi başkanının siyahi eşi tarafından açıklanmasının bir manası var mıydı?

Planlama ve propaganda hususundaki maharetleri hepimizce malum olan ABD'liler bu defa ne yapmaya çalıştı.

Film Arası Dergisi ile Dipnot.tv'nin 'hangout' sistemiyle yaptığı yayında bu tartışıldı.

Açıkçası, beni hem güldüren hem de düşündüren manzara ile ilgili söyleyecek çok şeyim vardı.

Söyledim de...

Katılımcı arkadaşlar da güzel şeyler söyledi.

İzleyin derim (:


25.2.13

Seyirci bu rüyayı sevdi...


Ülke sinemamızın son dönemdeki en müstesna eserlerinden olan 'Kelebeğin Rüyası', gişede ciddi bir başarı göstereceğe benziyor.



Tahmin ettiğimiz üzere, film, izleyici tarafından büyük ilgi görüyor.

Yılmaz Erdoğan'ın yazıp yönettiği filmin ilk üç günlük gişesi 430 bin 819... Toplam gişenin 2 milyonu aşması işten bile değil.

578 salonda gösterilen film, geçtiğimiz cuma vizyona girmişti.



Özellikle Kıvanç Tatlıtuğ'un 'gişe başarısı'nda etkisi olacağı kesin olmakla beraber, filmin kendisi de kendi reklamını yapıyor.

Filmi izleyen hemen herkeste aynı tepki mevcut; 'mutlaka izleyin'.

Ben de fikrimi daha önce bu sayfada dile getirmiştim.

Sinemamız için büyük bir kazanç olarak gördüğüm Yılmaz Erdoğan'ın, daha uzun seneler hizmet verecek olmasını bilmek bile ayrı bir heyecan veriyor.

Yeri gelmişken şunu da belirteyim ki, Yılmaz Erdoğan'ın Hollywood'da bir şeyler yapması için çok bekleyeceğimizi sanmıyorum.

Veriler: Box Office


Oscar, CIA, Pentagon ve Beyaz Saray!


Bir Oscar daha geldi, geçti...

www.dipnot.tv'de hangout sistemiyle sabah 7'ye kadar canlı yayında Oscar'ı değerlendirdik.

Dipnot.tv'deki yayın - 1

'Kırmızı halı' kısmı hariç (zira hiç bana göre değil) yayının tamamında Oscar'ı her yönüyle konuştuk.

Dipnot.tv'deki yayın - 2

Adet üzere Oscar öncesi tahminlerimizi de neşretmiştik, bu sayfada. (tıklayın...)

Argo'nun yönetmeni Ben Affleck

En iyi film hariç (işaretler Argo'yu gösterse de Lincoln'ı işaret etmiştim) neredeyse tamamı tuttu.

'Gönlümde yatan aslan'ı ayrı bir yere koyuyorum, elbet. Düşler Diyarı, gönlümün Oscar'larını aldı.

Videolar ve linkten mevzubahis durumu işaret edecek malzemelere ulaşabilirsiniz.

Benim Oscar ödülleriyle ilgili özellikle işaret etmek istediğim bir şeyler var.

Öncelikle, akademi üyeleri tam manasıyla 'denge gözetmiş'. Hollywood sinemasının mühim isimlerinin tamamının gönlünü yapacak şekilde bir dağıtım olmuş. İstisna elbette Argo.

En iyi uyarlama senaryo ödülünü alan Argo'nun senaristinin teşekkür konuşmasında CIA'e özellikle teşekkür etmesi manidardı.

Ortaya çıkan tablo şu ki; 2013 Oscar töreninde 'en iyi senaryo' ödülünü CIA, 'en iyi yönetmen' ödülünü Pentagon ve 'en iyi film' ödülünü de Beyaz Saray aldı...

Son ödülü Beyaz Saray'dan 'first-lady'nin açıklaması yeterli bir emareydi.

Michelle Obama, arkasındaki 'mizansen' ile Oscar'a bağlandı 
ve 'en iyi film' ödülünü açıkladı.

Hep söylerim, Oscar, sadece Oscar değildir.

O sebepten, -maalesef- sinemanın merkezi olarak Hollywood'u ve Oscar ödüllerini takip edip değerlendirsek de, 'onlar ne söylerse o' tavrına bürünmeyelim.



24.2.13

Oscar tahminlerim...

Oscar ödül törenine sadece saatler kaldı.

Neredeyse bütün aday filmleri izledim. Hatta izleyeli çok oldu. Oscar tahmin yazısı işin geç mi kaldım diye düşündüm. Lakin saatler önce bile olsa öngörümü neşretmem gerektiğine kâni oldum.

Öncelikle ifade etmem gerekir ki, Oscar da dahil olmak üzere hiçbir festival ve ödül, bir filmin değerini tek başına işaret edemez. Emare olur.

Ve festivaller de birbirinden farklı özellikler barındırır.

Misal; Oscar'da ödül alan filmlerin dünya festivallerinde ödül aldığına çok rastlanmaz (yabancı film adayları hariç).

Elbette "Oscar'ın habercisi" nitelemesinin hakkını senelerdir veren bazı festivaller bu kategoride değil...

Lafı daha fazla uzatmadan tahminlere geçelim...

En iyi film için gönlümde yatan aslan 'Düşler Diyarı'. Fakat akademi üyelerinden böyle bir karar çıkarsa çok şaşırırım.

Akademi üyelerinin seçimini ise 'Lincoln'dan yana kullanacağını düşünüyorum. 'Argo' ciddi bir rüzgar yakalasa da Oscar'da en iyi film seçileceğini zannetmiyorum. Her iki film de Amerikan milliyetçiliğine oynasa da, sinematografik açıdan ve özellikle de yönetmeni Spielberg avantajıyla 'Lincoln'ın şansı daha yüksek. Tarantino'nun 'Zincirsiz'ine, esasında ırkçılık tartışmalarından kaybettiği kandan önce de çok şans tanınmıyordu.

En iyi yönetmen kategorisinde de 'Argo'ya şans vermiyorum.

Bu kategoride yine 'Düşler Diyarı' gönlümün aslanı. Ancak Ben Zeitlin yalnız değil. 'Anna Karenina'ya müthiş bir sinemasal yorum getiren Joe Wright da favorim. Ama akademi üyelerinin birçoğunun sinemaya benim gibi bakmadığını tahmin ettiğimden, bu kategoride ödüle en yakın duran isimlerin Steven Spielberg (Lincoln) ve Ang Lee (Pi'nin Yaşamı) olduğunu düşünüyorum.

En iyi yabancı film kategorisinin yanı sıra en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında da aday gösterilen Haneke'nin Aşk'ı, bu dallardan en az birinden ödül alacaktır. Bu da en iyi yabancı film olacaktır.

2010'da en iyi yönetmen ödülünü 'sürpriz' bir şekilde alarak (Ölümcül Tuzak) Oscar tarihine geçen (bu ödülü alan ilk kadın yönetmen) Kathryn Bigelow, bu sene de aynı tarz filmle aday.

Önceki filminde Irak'taki Amerikan askerlerini konu edinen Bigelow, bu defa ise El Kaide lideri Usame Bin Ladin'in öldürüldüğü operasyonu film yaptı. Oscar'ın bu seneki en güçlü adayları gibi Bigelow da 'Zero Dark Thirty' ile Amerikan milliyetçiliğine oynuyor. Ancak daha 3 sene önce ödül aldığı için akademi üyelerinin yeniden iltifatına mazhar olacağını sanmıyorum.

En iyi erkek oyuncu olarak Danial Day-Lawis (Lincoln) neredeyse rakipsiz. Sefiller'in müzikal uyarlamasındaki performansıyla Hugh Jackman dikkat çekse de şansı çok değil.

En iyi kadın oyuncu için -en iyi filme neden aday gösterildiğini bir türlü anlayamadığım- 'Umut Işığım' filmindeki performansıyla Jennifer Lewrance favorim. Aşk'ta çok iyi bir oyunculuk sergileyen Emmanuelle Riva da ödüle yakın.

En iyi yardımcı erkek oyuncu için ise kesinlikle Cristoph Waltz'ı tek geçiyorum. Tarantino'nun vazgeçemediği isimlerden olan Waltz, en iyi yönetmen aday olamayan Tarantino'nun 'Zincirsiz'inin yıldızıydı.

En iyi yardımcı kadın oyuncu için adayım da 'Sefiller'deki performansıyla Anne Hathaway.

Pi'nin Yaşamı'nın görüntü dalında ödül alması da sürpriz olmaz.

En iyi özgün senaryo için 'Zincirsiz' ve 'Aşk' favorim. Ladin'in öldürülüşünü anlatan 'Zero Dark Thirty' ile yaşanmış bir hikayeden yola çıkan 'Uçuş'un nasıl olup da özgün senaryoya aday olduğunu sorgulamayı size bırakıyorum.

En iyi uyarlama senaryoyu kimin alacağından emin değilim. Zira akademi üyeleri daha önceleri, uyarlama olan senaryoya en iyi özgün senaryo ödülü vermişti. Varsın bu defa da gönüllerince karar versinler.

22.2.13

Sinemanın rüyası, Kelebeğin Rüyası





Şiirin hayata katkısının, hayatın şiiri beslediği noktanın ta kendisi olmasından anlamamız gerekir ki, sinema, şiirin bahanesidir...

'Bahane' ifadesi gündelik hayatta ne denli ucuzlatıldıysa, şiir, sinema ve sanat söz konusu olduğunda kelime ehemmiyetini o oranda artırır. Çünkü sanat, hakikatin işaretini beşere göstermenin, beşer tarafından görmek için vesile olmanın en estetik hali ve sezgi, duygu ve fikir dünyasının gıdasıdır.

Her şey gıda olabilir. Lakin 'su' ne denli somut bir gıda ise beden için, ruh için de sanat öylesine mühimdir...

İşte böyle bakarım beyaz perdeye...

Öylesine duygu dolarım ki bazen, 'sinema olmasa nasıl yaşardım' diye kendime sorarım...

Abartıyor muyum?

Kutsuyor muyum, sinemayı?

Sanata haddinden fazla mı ehemmiyet veriyorum?

Belki evet...

Bu, nereden bakıldığına bağlı...

Hayatın hiçbir aşamasına olmadığı gibi, sanata da kalbimi bir tarafa bırakarak bakamıyorum...

Hal böyle olunca, gönlüme dokunan filmleri yazmakta da zorlanırım. Hakkını verememekten korkarım. Bazen kelimeler öylesine kifayetsiz kalır ki, bir kelimenin noksanlığını bir başka kelime ile kapamak zorunda kalırım. Bir damlanın yokluğunu, bir başka damla ile doldurmak. Lakin öylesine damlalar ki bunlar, her biri birbirinden farklı tatta ve bütünü bir ummanı oluşturuyor.

Ve elbette şiir...

Kelimelerin yükünü en iyi sırtlanan ve kelimelerin sırtında büyüyen bir dev...

Sayfalarla, saatlerle, resimlerle anlatamadığınız öyle çok şeyi sadece ve sadece bir çift satırla anlattığınız olur. Şair için böyle olur. Şiir için böyle...

Yani şiir, hakikatin işaretine işaret eden işaret mısralarıdır...

Şiir ile sinemayı bir arada buluşturmanın birkaç yolu vardır.

Birincisi; şiiri doğrudan filmin konusu edersiniz. Mevzunun bir yerinde veya tam merkezinde şiir olur. Bu durumda, sinemada şiire yer vermiş olursunuz.

İkincisi; film dilini öylesi bir hale getirirsiniz ki, bir şiirin hissiyatını verir ve 'şiirsel film dili' dediğimiz üslup oluşur...

Üçüncüsü; ikisinin ortası bir şey. Filmin konusu şiir veya şairdir. Ağırlıklı nokta budur. Fakat filme öylesine sirayet etmiştir ki şiir, film dilinde de kendini gösterir.

Açıkçası üçüncü maddenin sinemada teorik ve kuramsal olarak bir karşılığı yok. 'Arada' olan bir şeyin neyi karşıladığını ifade etmek de pek kolay değil. Hissi bir durum. Gönlüne dokunan sanat unsurlarından çıkarım yapabileceklerin hissedeceği ve anlatmakta zorlanacağı bir hal...



Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi 'Kelebeğin Rüyası' tam böyle bir yerde duruyor.

İsterseniz önce filmin hikayesine bakalım...

Zonguldak'ta yaşayan, iki genç şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, yeni yeni modernleşen bu madenci şehrinde memuriyet hayatlarını devam ettirirken, bir yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle iç içe yaşamaktadırlar. Cumhuriyet gençtir. Bir yandan modernleşme çabasındayken, aynı yıllarda Avrupa'da da çetin bir savaş yaşanmaktadır. Belediye Başkanı'nın kızı Suzan'ın Zonguldak'a geri gelmesiyle Rüştü ve Muzaffer'in şiire olan inancı daha da artar. Henüz lise öğrencisi olan Suzan, çevrenin istememesine rağmen iki gençle yakın arkadaş olur. Fakat 1940'lı yılların vebası olan verem, iki genç insanın da sağlığını git gide tehdit etmektedir. Rüştü ve Muzaffer'in hem kendi gelecekleri, hem de dünyanın gidişatı hayra alamet değildir...

En başta şunu belirtmek gerek ki, film, gerçek hayat hikayelerinden yola çıkmış. II. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatının son dönemini anlatıyor. O dönemde şairlerin lisedeki edebiyat öğretmeni ise Behçet Necatigil’dir.


Daha hayatının baharında diyebiliriz. Zira 22 yaşında veremden ölür, Rüştü Onur.

Peki bahar nedir?

Hayat nedir?

Hayatın baharı n'ola!

Daha filmin açılışında, bir karanlığın içinde dengesizce hareket eden ışıltının, birkaç saniye sonra, madenden kömür çıkaran bir atın göz bebeği olduğunu fark ettiğinizde, -daha filmin ilk sahnesinde- gönlünüze mevsimsel bir göz kırpıyor, Yılmaz Erdoğan.

Siz ister bahar deyin, ister isimsiz bırakın. Neticede daha filmin başında beklemediğiniz bu sürpriz ile sinema adına tat alacağınız bir 138 dakika yaşayacağınızı anlıyorsunuz.

Evet, film biraz uzun. Ancak böylesine 'temiz' ve 'sağlam' bir filmin de o kadar hakkı olsun.

Filmi uzun kılan unsurlar 'gereksiz' gelmedikten sonra bir mahsuru yok. Ve şöyle bir düşününce 'olmasa da olur' diyebileceğim pek bir şey gelmiyor, aklıma.

Daha ilk sahnede Yılmaz Erdoğan, sinema sanatı adına kendini ne oranda geliştirdiğini gösterecek 'artistik' hareketler yapıyor. Ortam sesini duymayarak, sadece müzik ile hayata geçirilen 'tek plan' sahne, özellikle kamera hareketleri ile akıllarda kalacak cinsten. Zira hem ray, hem vinç ve hem de kameraman adımı kullanılarak harikulade bir giriş yapılmış.



Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'yi özellikle tebrik etmek isterim. Senelerdir Türkiye'de sinema sanatı namına üretilen en özel filmlerde (Bir Zamanlar Anadolu'da, Vavien, Dedemin İnsanları, Issız Adam) imzası bulunan Tiryaki, Kelebeğin Rüyası'nda da ustalığını konuşturmuş.

Bir 'dönem filmi' olan Kelebeğin Rüyası'nı mükemmel kılan unsurlardan biri 'sanat yönetmeni'. 1940'ı anlatan dokuyu sağlama noktasında çok iyi iş çıkarılmış. Sinemamızda dönem işleri, genel plana çıkmadan (böylece de az prodüksiyon/masraf yaparak) kotarılmaya çalışılıyor. Ancak filmde bu noktada hiçbir masraftan kaçınılmamış. Dönemin Zonguldak'ının, insanların kıyafetinin resmi gayet inandırıcı olmuş. Filmin bütçesini 10 milyon dolar yapan da bu tür harcamalar olsa gerek.



Oyunculuklar noktasında da film neredeyse mükemmel bir noktada. Başrol Belçim Erdoğan hariç. Ne başrole, ne de Kıvanç Tatlıtuğ'un yanına yakışmamış. Başta Mert Fırat ve Yılmaz Erdoğan olmak üzere oyunculuklar çok iyi. Kıvanç Tatlıtuğ ise son dönem yükselişini devam ettirmiş.

Filmin senaryo çalışmasına yedi sene önce başlayan Yılmaz Erdoğan, çekimleri de 16 haftada tamamlamış. Ülke şartlarında bir sinema filminin 4-5 haftada çekildiğini düşünecek olursanız, film için ne denli emek harcandığını tahayyül edebilirsiniz.


Kelebeğin Rüyası'nın mühim bir noktası daha var.

Tek Parti iktidarındaki Zonguldak'ı anlatan film, 'Mükellefiyet Kanunu'nu alt hikaye olarak kullanıyor. Kanuna göre bölgede eli kazma tutan her erkek madende çalışmak zorundadır. Kömür madeninde çalışmanın kuvvetle muhtemel sonucu ise akciğere bağlı bir hastalığa yakalanmaktır.

Tek Parti iktidarına yönelik eleştiri sadece bununla kalmaz. Çok göze batmasa da Kelebeğin Rüyası'nda Cumhuriyet'in kurucu iradesine olmasa da Milli Şef iktidarına eleştiri var. Türkçe ezan okunduğu dönemde 'Tanrı uludur' ifadesini duymamızın sebebi budur. Başka birkaç unsur daha var elbet. Ancak filmle ilgili daha fazla ipucu vermemek adına bununla yetinmek gerektiğini düşünüyorum.

Bazı sahnelerin, sırf resim olsun diye senaryoya konduğunu da düşünmedik değil bazen.

Müzikler kendi içinde tutarlı ve gayet başarılı. 'Yerel' tonlarda müzik yapılmaması eleştiri konusu olabilir, ki, neden böyle bir şey tercih edildiğini öğrenmek gerekir. Filmin neredeyse tamamen 'yeni çağdaş model aileler'in ortamlarında geçmesine yapılacak eleştiri, müziğe de yapılabilir. Bu durumda, hikayenin geçtiği ortamların 'eleştiri' gayeli seçildiği şeklinde yapılacak yorum, müzik noktasında da dillendirilebilir.

Yılmaz Erdoğan'ın imzasını çıkarsak, çok rahat bir Hollywood veya usta işi Avrupa filmi olduğunu düşünürsünüz. Yılmaz Erdoğan imzası ile ise usta işi bir Türkiye filmi olduğuna inanıyoruz.



Kelebeğin Rüyası, Yılmaz Erdoğan'ın sinemamıza sadece 'güldürü' ile 'gişe katkısı' sağlamanın çok ötesinde fayda sağlayacağına işaret eden tertemiz ve sapasağlam bir eser olarak müstesna yerine oturacaktır.

Filmin isminin neden 'Kelebeğin Rüyası' olduğu da mühim. Bu hususu da filme bırakalım...

Kelebeğin Rüyası'nda şiir, kullanılmaktan öte izleyicinin damarlarına şırınga ediliyor.

'Bir şiirlik can'ı olanların 'kız'ı da, şiiri de, hayatı da 'bahane' etmesini anlatan Kelebeğin Rüyası, iyi şiirin sahipsiz olduğunu kanıksayan insanların olduğu dünyada 'güzel olan, yaşadığımızdır, bir gün öleceğimiz değil' demekten kendini alamıyor.

Haksız da değil...

Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından
uyanmak istemiyor uykusundan.

Filmin Fragmanı

21.2.13

Jin: Dağdan inmek mi zor, dağa çıkmak mı!


Reha Erdem, benim için ülke sinemasının en müstesna isimlerinden...

İlk olarak 'A Ay' ile tanıdım. Belki de talihim bu oldu. Zira film, Reha Erdem'in en deneysel eseri.



Tam da sinema üzerine özellikle düşünmeye başladığım dönemlerde izlediğim için, 'A Ay', sinema algımı etki etti belki de.

Elbette bu etki Metin Erksan, Tarkovsky ve Makhmelbaf kadar olmadı. Lakin Erdem'e özel bir ilgi duymam için yetti de arttı.

Reha Erdem, 'A Ay'ın sonrasındaki eserlerinde daha farklı bir tablo çizdi. 'Deneysel' diyebileceğimiz çerçevede film yapmasa da Erdem'in eserleri hep 'sanat sineması' sınırları içinde özel bir yere sahip oldu.

Bir komedi olan 'Korkuyorum Anne'yi dahi 'sanat sineması' unsurları uygun çerçevede ele alan Erdem, bu bakımdan her daim hatırlanması gereken bir isim.

Şimdilerde 'Jin' ile konuşuluyor, Erdem.



Kürt meselesini doğrudan ele alan ve dağdaki 17 yaşında bir PKK'lı kız olan Jin'in dağdan inmeye çalışmasını ele alan film, biçimsel olarak tam Reha Erdem sineması sınırlarında olmakla beraber, mahiyet açısından biraz farklı.

Dediğim gibi Kürt meselesini doğrudan ele alıyor. Ancak derdini metaforlar üzerine bina ediyor.

Büyük kısmı dağda, ormanlarda, bozkırda geçen filmde geyik, ayı, kertenkele, yılan, başak ve kaplumbağa özellikle kullanılıyor.

Yönetmen Reha Erdem ve filmin başrol oyuncusu Deniz Hasgüler

Filmin vizyon tarihi 15 Mart. O sebepten derinlikli analizi o dönemde bırakıyorum.

Şimdilik filmin mesajı ve üslubuyla ilgili genel bazı şeyler ifade etmek istiyorum.



Jin, kesinlikle Reha Erdem sinemasına yakışır nitelikte.

Filmin neden Güneydoğu’da değil de Edremit ve Mersin’de çekildiği sorusuna verdiği cevap, “Çekmek isteyeceğimiz yerlerde çekmeyi bırakın, oraya girme imkânı bile yok. Sonuçta bu, gerçekçi bir film değil. Gerçekten söz ediyor ama gerçekçi değil. O yüzden başka bir yerde de olabilirdi.” oluyor.

Bölgenin doğal yapısı 'güzel resim' için gayet müsait. Reha Erdem de bu nimetten hakkıyla faydalanıyor. Ancak olağanüstü bir görsellikten bahsetmek söz konusu değil. 'iyi' iş çıkarılmış, o kadar.

Mesajı ise gayet açık:

Dağdan inmek, çıkmaktan daha zor. Ve dağdan inme noktasında mani olanlar, dağa çıkanların, dağa çıkmasını kınayanların ta kendileri.

Şehir öyle bir halde ki, asıl 'dağ' şehir olmuş.

'Gayrimedeni' yaşamanın ifadesi olan 'dağ'dan çok, 'kent' olan şehir, medeniyetten uzaklaşmış.

Elbette bunu yapan, bizzat insan.

Neticede Jin, Reha Erdem kalibresine uygun olmakla beraber "Erdem'in ustalık eseri" diyemeyeceğimiz bir film.

Modern zamanı en iyi okuyan şehit: Malcolm X


Zulmün kılıf değiştirerek 'özgürlük savaşçısı' halini aldığı günümüzde, kitleleri yönlendiren 'kavram yönetmenleri'nden korunabilmenin tek yolu, şehitlerin yolunu iyi okuyabilmektir. 



Yakın dönem şehitlerinin modern zamanı en iyi okuyanlarından olan Malcolm X (El-Hacı Malik Şahbaz), bundan 48 sene evvel katledilmişti. 

Başlarda 'ırkçılık' sınırlarında dolaşan 'Siyah Müslümanlar Hareketi'nde iken, sonraları buradan uzaklaşır. 



"Ben bir ırkçı değilim. Her türlü ırkçılığa, her türlü ayrımcılığa karşıyım. Ben insanlara ve insanların renklerinden bağımsız saygı duyulması gerektiğine inanırım" sözleri buna işaret eder. 

Uzaklaşmasının çeşitli sebepleri olduğu söylenir. Örgütün lideri Eliyah Muhammed ile ciddi sıkıntılar yaşadığı bilinir. 



Bu sebepler uzun uzadıya ele alınabilir. Ancak ben Malcolm X'in en çok önem verdiğim özelliğine dikkat çekmek istiyorum. 

Malik Şahbaz, modern zaman argümanlarını ve yeni dünya düzenini çok iyi okumuş bir isimdi. Özellikle medya üzerinde okumaları, unutulmayan sözlerine yansır. 



"Bana bir kapitalist gösterin, ben de size bir kan emici göstereyim" cümlesi, vahşi ekonomik düzenin vahametine işaret eden net ifadelerden. 

"Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, 'özgürlük' kelimesini lûgatınızdan çıkarın" ve "Eğer dikkatli değilseniz, gazeteler sizin zulüm gören insanlardan nefret etmenizi ve zulmü uygulayan insanları sevmenizi sağlar" sözlerini özellikle önemserim... 

Hele hele şu sözü var ki, bugün 'benim mazlumum', 'senin zalimin' ayrımı yapanlara tokat mahiyetinde:

"Özgürlük elde edebilmemizin tek yolu kendimizi dünyadaki her mazlum insanla birlikte tanımlamaktır. Biz Brezilya, Venezuela, Haiti, Küba, - evet Küba'nın da- halklarıyla kan kardeşiyiz."



Ve elbette şehadetinden sadece iki gün önce söylediği, "Zaman şehitlik zamanıdır, ve ben bir şehit olacaksam, bu kardeşlik uğruna olacaktır. Bu ülkeyi kurtaracak tek şey budur." sözüne de özellikle dikkat çekmek isterim. 

Ve elbette Malcolm X'in manifestosu niteliğinde olan şu satırları harf harf zihnimize ve kalbimize işlenmeli:


Bir taş at 
Bir taş daha at 
Bir şiir ateşle
Bir yumruk yükselt
Sesini yükselt
Bir çocuk yetiştir

Bir maske tak
Duvara bir slogan yaz
Şehitleri an
Bir hayal kur
Bir barikat kur

Tarihine sahip çık
Sokaklara sahip çık
Bir slogan at 
Bir kurşun at 
Bir tohum ek 
Bir ateş yak 
Bir cam kır
Terle

Sahte belge düzenle
Bir bildiri bastır
Bir kanun kaçağını barındır
Bir yara sar
Bir dosta sevgi göster
Silahını temizle

Hakikati söyle
Bir miting düzenle
Arkanı kolla
Gökyüzüne bak
İz bırakma

İşçilerden öğren
Bir yoldaşa öğret
Bir hücreyi ziyaret et
Bir savaş esirini kurtar

FBI’ın gizli dosyalarını çal
Kendi kalbini çal
Parolayı aklında tut
Bir aynasızı silahlandır
Bir füzeyi çalışmaz hale getir

Bir fıkra anlat 
Bir plan yap
Bir ümit ışığı gör 
İsmini değiştir
Bir teoriyi test et
Bir dogmaya meydan oku
Korkunu kullan
Bir damla gözyaşı akıt 
Haritayı incele

Hainlerle hesaplaş
Ağırlığını hakkıyla taşı
Biraz daha ağırlık kazan 
Sevmek için mücadele et 
Sevdiğini bir daha söyle

Sınırı aş.



Malcolm X'i anla/t/mak için sözü kısa tutmak gerek. Zira kendisi hem yaşayarak, hem de manidar sözler bırakarak yeterince konuşmuştur. 



İşte bir yana not edilmesi gereken bazı Malcolm X sözleri: 

"Kimse sana özgürlük veremez. Kimse sana eşitlik veya adalet veya başka birşey veremez. Eğer adamsan, sen alırsın."

"Şiddet kullanmamak iyidir, işe yaradığı sürece."
"Ben özgürlüğe inanan bir dine inanıyorum. Ne zaman insanlarım için savaşmama izin vermeyen bir dini kabul etmek zorunda kalsam, o dinin canı cehenneme derim."

"Hiçbir şeye taraf olmayan bir adam, herhangi birşey için yıkılacaktır."

"İnsanlar bir adamın bütün hayatının bir tek kitapla değişebileceğinin farkında değiller."

"Gelecek, bugünden onun için hazırlananlara aittir."

18.2.13

Sinemanın ruhu ile 'Ruhları Tüketmek'


Animasyon, teknolojinin sinemaya desteğinin en somut göstergesi...

Filmlere eklemlenerek fayda sağladığı gibi, 'çizgi film' ismiyle Türkçe'ye çevirdiğimiz noktada da başlı başına bir tür olarak sinemaya can veriyor.

Animasyon kategorisini de kendi içinde ayırmak gerekiyor.

Zira öylesine yenilikçi yapımlar ortaya çıkıyor ki, aynı başlık altında bir araya getiremeyeceğimiz oranda fark arz ediyor.



!f'te izleme imkanı bulduğum 'Ruhları Tüketmek' (Consuming Spirits), tam da bu çerçeveye giren bir eser.

!f'in 'tam teşekküllü animatör' olarak nitelendirdiği Christopher Sullivan, Ruhları Tüketmek’te uzun senelerin emeği olan müstesna bir eserle karşımıza geliyor.



'Bağımsız' ifadesinin hakkını veren yapım için Sullivan, on yıldan fazla zaman para aramış.

Siyah-beyaz karalamalardan, neredeyse üç boyutlu gibi duran modellere kadar pek çok animasyon tekniğini bir arada kullanan Sullivan'ın hikâyesi, aynı gazetede çalışan ve ilk anda birbirlerini yalnızca uzaktan tanıyormuş gibi görünen üç kişi etrafında şekilleniyor.



Bir animasyon için süresi çok uzun (135 dk).

Hikayenin işleyişi de sıkıcılık sınırını zorluyor. Son yarım saate kadar ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Bu bir bakıma çok iyi. Sanat eseri, açıkça anlatan değil, serdiren/hissettiren tarzda olmalı. Lakin üslup fazlasıyla dingin olunca, sıkılmamak elde olmuyor.

Filmin son yarım saatinde hikaye toparlanıyor ve her şey netleşiyor.

Uzunluğunu ve sıkıcı üslubunu bir kenara bırakırsak, özellikle kullandığı metaforlar ve hikayesini teslim ettiği karakterlerin birbiri ile bağlantıları hakikaten çok iyi.

Christopher Sullivan

Sinema sanatı namına en etkileyici olanı, senelerce işin peşinden koşup, sonucunda özgün bir çerçevede eser ortaya konulması.

Hayatını sinemaya vakfeden Sullivan gibi isimlere hürmetimi sunmaktan fazla bir şey yapamıyorum.

İyi ki varsınız...

Filmin Fragmanı

17.2.13

Umudumu karşılamayan 'Umut Diyarı'


Bağımsız sinema bağımlısından çok çok çok daha mühim olduğundan, hayatını sinemaya vakfedenlerde bağımlılık yapıyor.

Bu halet-i ruhiye ile !f'e ilk adımı attık...

Y/Eşim ile gittiğimiz daha ilk filmde manasız sürprizlerle karşılaştım.

İlk seyirliğimiz, Umut Ülkesi (veya Umut Diyarı) oldu...

Filmin hikayesi şöyle:

Japonya'da geçtiğimiz sene meydana gelen ve nükleer tesiste patlama ve sızıntı ile sonuçlanan Tohoku depremi esnası ve sonrasında yaşananlardan yola çıkıyor, film.

'Nükleer felaket' vurgusu yapan filmin bazı sahnelerinin nükleer tesisin yer aldığı Fukishima’da, deprem sonrası gerçek mekanlarda çekilmiş olması filme ayrı bir hava katıyor.

Nükleer felaket sonrası, Onos ailesinin yıllardır yaşadığı köy, tam da evlerinin sınırından itibaren karantinaya alınır ve aile önemli bir karar vermek zorunda kalır. Ya komşularının yaptığı gibi köylerini terk edecekler, ya da bütün uyarılara karşın evlerinde kalıp burada kurdukları yaşamı devam ettirmeye çalışacaklardır.

Kült filmleriyle bilinen Japon yönetmen Sion Sono, yine 'kült' bir eser ortaya koymaya çalışmış.

Çalışmış diyorum. Zira ciddi bir 'kargaşa' var filmde.

Senaryo kesinlikle sorunlu. Film diline de etkisi olumsuz olmuş elbet.

Karakterlerde anlam veremediğim bir gerginlik vardı. Deprem öncesinde de aynı gerginlik ve oyunculuklarda abartı vardı.

Minimalist kült filmler yapan bir yönetmenin oyuncularının böylesine 'büyük oyun' sergilemesine bir mana veremedim.



Zaman zaman çok hoş resimler, sinemanın sanat damarına oturan sahneler ve film dili olsa da, filmin bütününde bunu göremiyoruz.

Yönetmenin dilinde kaba bir sorun var.

Kimi zaman 'algıyı' izleyiciye bırakıyor, birkaç sahne sonra ise kör göze parmak her şey ayan beyan izah ediliyor.

'Kült' ifadesinin içine oturtmaya çalışsam da, yapamadım.

Vasatın altında olmasa da, kalburüstü bir eser izlemediğimi belirtmek isterim.



!f'rit oldum ey hâlkım...


!f'e gittim ey hâlkım!

Kırmızı halı olmadan, yönetmeniyle, yapımcısıyla burun buruna geldim...

Bağımsız olduğumdan, bağımsızları önemsedim, ey hâlkım...

Lakin !f'e !f'rit oldum aynı zamanda...

Neden filmler en erken 15 dakika sonra başlar! Festivali reklama boğmak da neymiş! Yani bir de 'bağımsız' sıfatıyla!

Yakışmadı ey hâlkım.



Bağımsız sinema reklama veya adı her ne ise ona ve böylesine izleyiciye saygısızlığa teslim olmamalı.

!f'e gittim ey hâlkım...

Siz de gidin. Her şeye rağmen gidin.

Zira, sinema zaten bağımsız.


16.2.13

Rekorlara hazır olalım...


Geçtiğimiz hafta vizyona giren filmler ilk haftasında ne kadar izlendi?

Haftalardır vizyonda olan iddialı yapımların son gişe verileri ne?

Gişede genel olarak nasıl bir hava hakim?

İşte bütün soruların cevabı:

Önce vizyonda ilk haftasını tamamlayan filmlere bakalım...

Haftanın en çok ilgi gören filmi, yerli yapım olan 'Mutlu Aile Defteri'... Güçlü oyuncu kadrosu ile dikkat çeken film, bir haftada 174 bin 491 kişi tarafından izlendi.

Binnur Kaya, Büşra Pekin, Tuncel Kurtiz, İlker Aksum ve Öner Erkan gibi isimlerin oyun yükünü sırtlandığı komedi filmi, 500 bin sınırını zorlayacak gibi görünüyor.

Hollywood'a ilgi az, mı acaba! 

Geçtiğmiz hafta vizyona giren iki Hollywood yapımı da dikkat çekiyor. Oscar adayı olan filmler 'Lincoln' ve 'Zero Dark Thirty', Türkiyeli izleyiciden çok da ilgi göremedi. Steven Spielberg'ün filmi Lincoln 23 bin 619 gişe yapabilirken, Kathryn Bigelow'un Zero Dark Thirty'yi ise 15 bin 264 kişi izledi.

Haftanın 3D yapımı olan 'Penguen Kral' ise 20 bin 614 bilet satabildi.

Gülmek için salonlardayız! 

Ve vizyonun rağbet gören filmleri...

Demet Akbağ'ın başrolünde yer aldığı 'Hükümet Kadın', ikinci haftasında toplamda 845 bin 688 gişe verisine ulaştı.

Şahan Gökbakar'ın son filmi 'Celal ile Ceren' 4. haftasında 2 milyon 631 bin 54 bilet satışı sağladı.


Cem Yılmaz sahne gösterisi 'CM101MMXI Fundamentals'ın 6. haftasındaki gişesi ise 3 milyon 729 bin 36 oldu.

Rekorlara hazır olalım...

2013'ün ilk 6 haftasındaki toplam bilet satışı da rekor seviyede. Bir buçuk ayda sinemalarda toplam 10 milyon 221 bin 737 bilet satıldı.

Görülen o ki 2013, sinemamız adına oldukça 'bereketli' geçiyor.

Sene sonunda, bilet satış rakamları bakımından yeni bir rekor görmemiz kuvvetle muhtemel görünüyor.

14.2.13

14 Şubat, şerhim ve vizyon...


'Benim Sinemalarım'da konu 14 Şubat idi...

Bir '14 Şubat Direnişçisi' olarak şerhimi düştüm elbet.

#Yaşasın14ŞubatDirenişimiz dedim (:

İlla bir 'sevgi filmi' söyleyeceksem, Metin Erksan'ın 'Sevmek Zamanı'nı işaret ederim. Öyle de yaptım...

izlemek için resme tıklayın

Vizyona giren filmleri de konuştuk elbet...

Sonra, 'yılın en kötü filmi' üzerine de fikrimizi neşrettik...

Dipnot.tv'de sıhbet güzel oldu...

İzleyiniz efendim...


Yaşasın 14 Şubat direnişimiz!




Hâlis, Hârikalar Diyârı'nda

Varlık sebeplerinden biri olarak üretimi gören Hâlis, tükenen insanlığın, tükenişine malzeme ettiği en kadim duygulardan birinin beşerde neşrettiği halinin karşılıklılık esasının vuku bulması sonrası meydana gelen manzarayı bir güne indirgemesi karşısındaki direniş halini haykırıyor...

Sevgi sahibi olan; sevgiye sahip olan; sevgiye şahit olan; sevgiyi şahit tutan; şahide sevgi duyan; duyguyu sevgi bilen; bilgiyi sevgi gören; görmeyi sevgi sanan...

Ahh! Hâlis, düşünerek ölecek, kuvvetle muhtemel...

Bütün sevgililerini düşündü Hâlis...

Bir gece vakti, Uludağ’ın omzu üzerinden yüzünü gösteren ve yeşil karanlığa ışıyan ay gibi...

Ilık bir nisan günü, güneşi soluyarak yanağına inen yağmur damlası misâl...

Ya da üşüdüğü ayazlarda donan bıyıklarında katılaşan umutlarının buz hali...

Veya yaşamanın kendisi...

Hatta öleceğini bilmenin bir türlü iliklerine neşredemediği fanilik halinin müphem efendisi...

Ve aslında bütün meçhullerde aşikar olan yürek sızısında saklanabilen bir bakış izi...

Bütün düşüncelerini sevdi Hâlis...

Lâkin, ‘sevgililer günü’ denen ‘lafzından menkul’ indirgenmiş tüketim icadını kabullenemedi.

Sevgi denen mevhumun yapım eki ile vücut bulmuş haline bütün ömrünü feda edebilecekken, bir tek günü, bu günü direnmeyle geçiriyor, Hâlis.

Tüketmeniz için sizi günlere hapsetmeye çalışıyorlar, farkında değil misiniz?

Yılın her günü kutlamak için bir bahane (sevgi) bulabilecek olan bilgi toplumunun en maddi yalanlarından birine kananların oluşturduğu pazarı seyretmenin acısı bir yana, sahtelikte uzmanlaşmanın da en mühim aşamalarından biri haline gelen bu uydurma vakit için harcanan duygusallığın, insanlığın kayıp hanesine işlenmesine müşahit bir halde eritiyor hislerini Hâlis.

Bütün bir yıl deliler gibi sevgililiğini kutlasın insanlık.
Bütün bir yıl harcasın varlığını kutlamalara.
Fakat indirgemesin duygularını.
İndirgemesin insanoğlu duyarlılığını...

Yaşasın 14 Şubat direnişimiz!
Yaşasın sevgiyi indirgeyen günlere inat duruşumuz!
İnadımız yaşasın...
Direnişimiz yaşasın...
Ki, sevgiliye değerini her an hissettirecek aşıkların, maşukluk hakkını teslim etmesinin zamanı gelsin...

(haber5.com - 2010)

13.2.13

bi' b/ölüm yazmak hayattan

bi' b/aş ağrısıdır hayat
yaşça ilerlemek, geri saymaktır
zira bi' y/aş ağrısıdır hayat
zaman ile baş başa kalmak, ölmektir

bi' çeşit yaslanmadır hayat
neşe ile
bilmeyerek
inatla
ve asla kabullenmeyerek
y/asla vazgeçmemektir hayat

hayat, bi' bakıma ölümdür
iç içe b/ölümlerden oluşur
zira ölüm
yaşamayı parçalara bölmenin
sona ermesidir, hep başa sararak

bi' b/ölüm yazmak hayattan
ölümü yazmaktır

11.2.13

Küresel dedikodu ağının ödül hegemonyası


Dünyanın küresel köy haline gelmesinin etkisini sinemada da görebiliyoruz.

Bir filmin takdir görmesi, küresel dedikodu, ödül ve festival ağında uyandırdığı etkiye bağlı.

Bunun son örneği Argo...

Ben Affleck'in başrolünde yer alıp yönetmenliğini yaptığı film, hemen bütün büyük festivallerde ödülleri topluyor.

Kimi 'en iyi yönetmen' ödülünü Affleck'e layık görüyor, kimi 'en iyi film' ödülünü...

                                                                      Ben Affleck

Son olarak Argo, 'İngiliz Film ve Televizyon Sanat Akademisi' (BAFTA) ödüllerinde de 'en iyi film' olarak nitelendirildi.


Filmin hakkın yiyecek değilim. 

Eli-yüzü düzgün ve gayet başarılı bir sinematografi ile vasatın üzerinde bir eser ortaya çıkarmış, Affleck. 

'Oyuncu ne anlar bu işten' diyenler oluyor. Ben öyle demem. Çıkan işe bakarım. 

İyi bir görüntü yönetmeninin himayesinde de olsa ortaya çıkan iş Affleck'e ait. Hakkını vermek lazım. 

Lakin 'en iyi film' ve 'en iyi yönetmen' ödülü verilecekse, daha özgün, özel ve 'yenilik' barındıran eserlere verilmeli. 

Argo'nun aynı kategoride yarıştığı 'Düşler Diyarı' ve 'Anna Karenina' tam da bu kapsama giriyor. 

Üslup olarak özgün ve başarılı. 

Anna Karenina

                                                                   Düşler Diyarı

Peki neden böyle oluyor? 

Başta da altını çizmeye çalıştığım gibi küresel dedikodu ağının alamet-i farikası bu. 

Ayrıca filmin konusu da bu denli ses getirmesinde baskın bir unsur. 

Zira, İran İslam İnkılabı sırasında Tahran'da kalan ABD'li ajanların kurtarılma hikayesini anlatıyor. 

Daha fazla şey söylemeye gerek var mı! (:


8.2.13

5 haftada 8 milyon bilet satıldı

Gişede hareketlilik devam ediyor...

İddialı yapımlar peş peşe vizyona giriyor ve şimdiden gişe miktarı geçen yılın tamamının beşte biri oranına vardı.

Vizyona yeni giren filmlerle başlayalım...

Sermiyan Midyat'ın son filmi Hükümet Kadın, bir haftada 495 bin 335 kişi tarafından izlendi. Film, 2 milyon sınırını görecek gibi.

Bize masal olarak öğretilen, lakin beyaz perdeye cadı avı olarak gelen 'Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları' ise ilk haftasında 134 bin 35 kişi izledi.

Oscar'ın güçlü adaylarından Tarantino'nun son filmi Zincirsiz ise 54 bin 232 kişi bilet aldı.



Vizyondaki hareketliliğin başlıca sebebi 'Celal ile Ceren' ve 'CM101MMXI Fundamentals'...

İki filmin toplam gişesi 6 milyona yakın...

Celal ile Ceren, 3 haftada 2 milyon 378 bin 801 gişe yaptı.

Cem Yılmaz ise kendi rekorunu kırmaya çok yakın. Sahne gösterilerini derlediği CM101MMXI Fundamentals, 5 haftada 3 milyon 552 bin 36 kişi tarafından izlendi.

Ve 2013'ün ilk dönemine bir göz atalım...

Şu ana kadar geçen 5 haftada 8 milyon 885 bin 15 bilet satıldı.

Geçtiğimiz sene 44 milyon civarında bilet satıldığını düşünecek olursak, beklenenin de üzerinde bir başlangıç olduğunu söyleyebiliriz.

'Celal ile Ceren' ve 'CM101MMXI Fundamentals' dışında 'Hükümet Kadın', 'G.D.O Karakedi' ve 'Efsane Beşli' gişedeki hareketin müsebbipleri.



veriler: box office

İşte 2012'nin en kötüleri

Hala izlemedim fakat fragmanı ve sadece afişinden bile anladığım kadarıyla SüperTürk, en kötü film ödülünü hak etmiş.

Online sinema dergisi Arka Pencere, Altın Kestane ödüllerini belirledi.


"Sinemada 2012’nin en fenaları" listesinde Sinan Çetin 'Çanakkale Çocukları' ile 'en fena yönetmen' seçilirken filmin başrolündeki Rebekka Haas da 'en fena kadın oyuncu' ödülüne değer görüldü.

Yılın 'en fena filmi' ise Tamer Karadağlı’nın yönettiği ‘SüperTürk’ oldu.



Festivaller ve ödüller dağıtılırken hep tartışılır. Lakin 'SüperTürk' hususundaki karar dolayısıyla emeği geçenleri tebrik ediyorum.

bir gergedanın boynuzu olsaydım...

bir zürafanın kulağı olsaydım
rüzgarı tavlardım, kesin
ayağı yere basmanın esintili hâli...

ve ben bir gergedanın boynuzu olsaydım
burnumun dikine gitmezdim, belki
daha çok susardım
anlamaya çalışırdım
gördüğümle yetinmez
derin bir nefes alır
sert atardım adımları belki
geç kalabilirdim de
lakin, ben bir gergedanın boynuzu olsaydım
mesaiye gecikmezdim, galiba...

sonra bir kuşun kanatları olsaydım
Bülent Ortaçgil'e sözü bırakırdım...

hem ben bir sazın teli olsaydım
neden yağmura ağlayaydım ki
notaları not etmenin
ellerimdeki nasırı
neden buluta kanayaydı ki...

bir yılanın teni olsaydım ben
toprakla öpüşmekten ölürdüm, kesin
kum taneleri miktarınca heyecan
kök salan damarlarda yaprak
su damladıkça hamura çamur olurdum, gibi...

bir kedinin patisi olsaydım hem ben
insan olan kendimin yemesine doyardım
koşardım
kaçardım
zıplardım
esnerdim
yalardım patilerimi
ve tadardım emeği
bir kedinin hayatta kalmak için çabası olsaydım
bir insanın ölüme koşuşunu anlardım, bence...

ve ben bir insanın kalbi olsaydım
zihnine koşardım, alelacele
arada atılan köprüleri yine kurar
kalpten zihne bir yol
bol bol duygu döşer kaldırıma
taş toprak ıslatır
anlama sürelerini kısaltırdım, sanki...

aslında ben kendim olsaydım
başka hiçbir şey olmaya ihtiyaç duymazdım

7.2.13

Sinemada senaryo sıkıntısı mı var?



Şükür ki sinema var...

Şükür ki sinema, konuşulmaya değer olarak görülüyor...

Biz de sinema muhabbetine devam ediyoruz...

“Benim Sinemalarım” yine haftaya damga vuracak filmleri, sinema etkinliklerini Dipnot.tv canlı yayında tartıştı.


Oscar’a aday olan Lincoln, Zero Dark Thirty filmlerinin gerçek hikayelerden sinemaya taşınması, Pi’nin Yaşamı ve Umut Işığım filmlerinin kitaptan uyarlanması, Hollywood’un senaryo konusunda yaşanan sıkıntı Benim Sinemalarım’da masaya yatırıldı.

Dipnot.tv editörleri moderatörlüğünde, Film Arası Dergisi iş birliği ile yayına hazırlanan Benim Sinemalarım'da  muhabbet güzeldi.

İzleyiniz (:


                                           (izlemek için resme tıklayın)

5.2.13

dil bilmeden dileniyorum

öyle çok soru var ki
sorun nedir, bilemiyorum

sorun ne, sorusuna
zorum ne, diyemiyorum

göremiyorum görüneni
bulamıyorum anılanı
hem zaten cevap yokken
dil bilmeden, dileniyorum

bir lisan iken soru
insan iken cevap
günahın kendi sanki sevap
yaşamadan ölemiyorum

Hükümet Kadın'ın fendi!

Sermiyan Midyat'ın ikinci filmi olan 'Hükümet Kadın' vizyona hızlı girdi.

Film, ilk üç günde 235 bin kişi tarafından izlendi.

318 salonda gösterilen bir film için rakamlar gayet iyi.

Kuvvetle muhtemel Hükümet Kadın, 2 milyona yakın gişe yapacak.

2010 senesinde vizyona çıkan 'Ay Lav Yu' ile ilk yönetmenlik tecrübesini ortaya koyan Sermiyan Midyat, başarılı bir tablo sergilemişti. Film, 211 bin gişe yapmıştı.



İkinci yönetmenlik denemesinin daha açılış haftasında 3 günde ilkinden yüksek gişe yapması, Midyat'ın, sinemamızda uzun zaman boy göstereceğine işaret.

Güneydoğulu olan Midyat'ın oyunculuktan yönetmenliğe geçmesi, bir nebze Mahsun Kırmızıgül'ün kulvar değiştirmesini hatırlatıyor.

Lakin asıl olarak Midyat'ı, Yılmaz Erdoğan ile karşılaştırabiliriz. Zira Erdoğan da sahneden beyaz perdeye geçiş yapmıştı.

Hükümet Kadın'da bu durum alenen kendini gösteriyor.

Esprilerde Yılmaz Erdoğan etkisi, film dilinde ise 'Vizyontele' (Yılmaz Erdoğan'ın ilk filmi) dokusu görülüyor.

Daha önce de senaryo çalışmaları bulunan Midyat'ın karakterlere fazlaca küfrettirmesi itici bir unsur. Oyunculuğun da etkisiyle bazı espriler güldürse de, genele bakınca vasat civarında seyreden bir gülmece söz konusu.

Oyunculukların gayet yerinde olduğunu belirtip özellikle Ercan Kesal'a da işaret etmek isterim.

Sermiyan Midyat, gişeye hareket katacak eserlerle sinemamız için ciddi bir renk olacak gibi...

2.2.13

Gişede ne var, ne yok!

Sinemada gişe bereketi aynı hızla devam ediyor.

'Celal ile Ceren' ve 'CM101MMXI Fundamentals'in toplam salonların neredeyse yarısını kapladığı son 1 haftada, iki film başa baş mücadele ediyor.

615 salonda gösterilen 'Celal ile Ceren', 2. haftasının sonunda 1 milyon 946 bin 271 kişi izledi.

'CM101MMXI Fundamentals' ise 4 hafta artı 1 gün sonunda 3 milyon 236 bin 305 gişe yaptı. Film, şu an 473 salonda gösteriliyor.

Sinemaya çok izleyici çekmesi beklenen 'G.D.O. Karakedi', 1 haftada 188 bin 142 bilet sattı. Şafak Sezer'in başrolünde yer aldığı film, 227 salonda gösteriliyor.

Vizyonda bir haftasını tamamlayan 'Kahraman Maymun', 100 salonda 69 bin 977 kişi tarafından izlendi.

'Parker' ise aynı dönemde, 73 salonda, 56 bin 134 gişe yaptı.

Ve animasyon Zarafa da ilk haftasında 12 bin 362 kişi tarafından izlendi. Sadece 42 salonda gösterildiğini düşününce normal bir sonuç gibi görünüyor.




veriler: box office