22.2.13

Sinemanın rüyası, Kelebeğin Rüyası





Şiirin hayata katkısının, hayatın şiiri beslediği noktanın ta kendisi olmasından anlamamız gerekir ki, sinema, şiirin bahanesidir...

'Bahane' ifadesi gündelik hayatta ne denli ucuzlatıldıysa, şiir, sinema ve sanat söz konusu olduğunda kelime ehemmiyetini o oranda artırır. Çünkü sanat, hakikatin işaretini beşere göstermenin, beşer tarafından görmek için vesile olmanın en estetik hali ve sezgi, duygu ve fikir dünyasının gıdasıdır.

Her şey gıda olabilir. Lakin 'su' ne denli somut bir gıda ise beden için, ruh için de sanat öylesine mühimdir...

İşte böyle bakarım beyaz perdeye...

Öylesine duygu dolarım ki bazen, 'sinema olmasa nasıl yaşardım' diye kendime sorarım...

Abartıyor muyum?

Kutsuyor muyum, sinemayı?

Sanata haddinden fazla mı ehemmiyet veriyorum?

Belki evet...

Bu, nereden bakıldığına bağlı...

Hayatın hiçbir aşamasına olmadığı gibi, sanata da kalbimi bir tarafa bırakarak bakamıyorum...

Hal böyle olunca, gönlüme dokunan filmleri yazmakta da zorlanırım. Hakkını verememekten korkarım. Bazen kelimeler öylesine kifayetsiz kalır ki, bir kelimenin noksanlığını bir başka kelime ile kapamak zorunda kalırım. Bir damlanın yokluğunu, bir başka damla ile doldurmak. Lakin öylesine damlalar ki bunlar, her biri birbirinden farklı tatta ve bütünü bir ummanı oluşturuyor.

Ve elbette şiir...

Kelimelerin yükünü en iyi sırtlanan ve kelimelerin sırtında büyüyen bir dev...

Sayfalarla, saatlerle, resimlerle anlatamadığınız öyle çok şeyi sadece ve sadece bir çift satırla anlattığınız olur. Şair için böyle olur. Şiir için böyle...

Yani şiir, hakikatin işaretine işaret eden işaret mısralarıdır...

Şiir ile sinemayı bir arada buluşturmanın birkaç yolu vardır.

Birincisi; şiiri doğrudan filmin konusu edersiniz. Mevzunun bir yerinde veya tam merkezinde şiir olur. Bu durumda, sinemada şiire yer vermiş olursunuz.

İkincisi; film dilini öylesi bir hale getirirsiniz ki, bir şiirin hissiyatını verir ve 'şiirsel film dili' dediğimiz üslup oluşur...

Üçüncüsü; ikisinin ortası bir şey. Filmin konusu şiir veya şairdir. Ağırlıklı nokta budur. Fakat filme öylesine sirayet etmiştir ki şiir, film dilinde de kendini gösterir.

Açıkçası üçüncü maddenin sinemada teorik ve kuramsal olarak bir karşılığı yok. 'Arada' olan bir şeyin neyi karşıladığını ifade etmek de pek kolay değil. Hissi bir durum. Gönlüne dokunan sanat unsurlarından çıkarım yapabileceklerin hissedeceği ve anlatmakta zorlanacağı bir hal...



Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi 'Kelebeğin Rüyası' tam böyle bir yerde duruyor.

İsterseniz önce filmin hikayesine bakalım...

Zonguldak'ta yaşayan, iki genç şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, yeni yeni modernleşen bu madenci şehrinde memuriyet hayatlarını devam ettirirken, bir yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle iç içe yaşamaktadırlar. Cumhuriyet gençtir. Bir yandan modernleşme çabasındayken, aynı yıllarda Avrupa'da da çetin bir savaş yaşanmaktadır. Belediye Başkanı'nın kızı Suzan'ın Zonguldak'a geri gelmesiyle Rüştü ve Muzaffer'in şiire olan inancı daha da artar. Henüz lise öğrencisi olan Suzan, çevrenin istememesine rağmen iki gençle yakın arkadaş olur. Fakat 1940'lı yılların vebası olan verem, iki genç insanın da sağlığını git gide tehdit etmektedir. Rüştü ve Muzaffer'in hem kendi gelecekleri, hem de dünyanın gidişatı hayra alamet değildir...

En başta şunu belirtmek gerek ki, film, gerçek hayat hikayelerinden yola çıkmış. II. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatının son dönemini anlatıyor. O dönemde şairlerin lisedeki edebiyat öğretmeni ise Behçet Necatigil’dir.


Daha hayatının baharında diyebiliriz. Zira 22 yaşında veremden ölür, Rüştü Onur.

Peki bahar nedir?

Hayat nedir?

Hayatın baharı n'ola!

Daha filmin açılışında, bir karanlığın içinde dengesizce hareket eden ışıltının, birkaç saniye sonra, madenden kömür çıkaran bir atın göz bebeği olduğunu fark ettiğinizde, -daha filmin ilk sahnesinde- gönlünüze mevsimsel bir göz kırpıyor, Yılmaz Erdoğan.

Siz ister bahar deyin, ister isimsiz bırakın. Neticede daha filmin başında beklemediğiniz bu sürpriz ile sinema adına tat alacağınız bir 138 dakika yaşayacağınızı anlıyorsunuz.

Evet, film biraz uzun. Ancak böylesine 'temiz' ve 'sağlam' bir filmin de o kadar hakkı olsun.

Filmi uzun kılan unsurlar 'gereksiz' gelmedikten sonra bir mahsuru yok. Ve şöyle bir düşününce 'olmasa da olur' diyebileceğim pek bir şey gelmiyor, aklıma.

Daha ilk sahnede Yılmaz Erdoğan, sinema sanatı adına kendini ne oranda geliştirdiğini gösterecek 'artistik' hareketler yapıyor. Ortam sesini duymayarak, sadece müzik ile hayata geçirilen 'tek plan' sahne, özellikle kamera hareketleri ile akıllarda kalacak cinsten. Zira hem ray, hem vinç ve hem de kameraman adımı kullanılarak harikulade bir giriş yapılmış.



Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'yi özellikle tebrik etmek isterim. Senelerdir Türkiye'de sinema sanatı namına üretilen en özel filmlerde (Bir Zamanlar Anadolu'da, Vavien, Dedemin İnsanları, Issız Adam) imzası bulunan Tiryaki, Kelebeğin Rüyası'nda da ustalığını konuşturmuş.

Bir 'dönem filmi' olan Kelebeğin Rüyası'nı mükemmel kılan unsurlardan biri 'sanat yönetmeni'. 1940'ı anlatan dokuyu sağlama noktasında çok iyi iş çıkarılmış. Sinemamızda dönem işleri, genel plana çıkmadan (böylece de az prodüksiyon/masraf yaparak) kotarılmaya çalışılıyor. Ancak filmde bu noktada hiçbir masraftan kaçınılmamış. Dönemin Zonguldak'ının, insanların kıyafetinin resmi gayet inandırıcı olmuş. Filmin bütçesini 10 milyon dolar yapan da bu tür harcamalar olsa gerek.



Oyunculuklar noktasında da film neredeyse mükemmel bir noktada. Başrol Belçim Erdoğan hariç. Ne başrole, ne de Kıvanç Tatlıtuğ'un yanına yakışmamış. Başta Mert Fırat ve Yılmaz Erdoğan olmak üzere oyunculuklar çok iyi. Kıvanç Tatlıtuğ ise son dönem yükselişini devam ettirmiş.

Filmin senaryo çalışmasına yedi sene önce başlayan Yılmaz Erdoğan, çekimleri de 16 haftada tamamlamış. Ülke şartlarında bir sinema filminin 4-5 haftada çekildiğini düşünecek olursanız, film için ne denli emek harcandığını tahayyül edebilirsiniz.


Kelebeğin Rüyası'nın mühim bir noktası daha var.

Tek Parti iktidarındaki Zonguldak'ı anlatan film, 'Mükellefiyet Kanunu'nu alt hikaye olarak kullanıyor. Kanuna göre bölgede eli kazma tutan her erkek madende çalışmak zorundadır. Kömür madeninde çalışmanın kuvvetle muhtemel sonucu ise akciğere bağlı bir hastalığa yakalanmaktır.

Tek Parti iktidarına yönelik eleştiri sadece bununla kalmaz. Çok göze batmasa da Kelebeğin Rüyası'nda Cumhuriyet'in kurucu iradesine olmasa da Milli Şef iktidarına eleştiri var. Türkçe ezan okunduğu dönemde 'Tanrı uludur' ifadesini duymamızın sebebi budur. Başka birkaç unsur daha var elbet. Ancak filmle ilgili daha fazla ipucu vermemek adına bununla yetinmek gerektiğini düşünüyorum.

Bazı sahnelerin, sırf resim olsun diye senaryoya konduğunu da düşünmedik değil bazen.

Müzikler kendi içinde tutarlı ve gayet başarılı. 'Yerel' tonlarda müzik yapılmaması eleştiri konusu olabilir, ki, neden böyle bir şey tercih edildiğini öğrenmek gerekir. Filmin neredeyse tamamen 'yeni çağdaş model aileler'in ortamlarında geçmesine yapılacak eleştiri, müziğe de yapılabilir. Bu durumda, hikayenin geçtiği ortamların 'eleştiri' gayeli seçildiği şeklinde yapılacak yorum, müzik noktasında da dillendirilebilir.

Yılmaz Erdoğan'ın imzasını çıkarsak, çok rahat bir Hollywood veya usta işi Avrupa filmi olduğunu düşünürsünüz. Yılmaz Erdoğan imzası ile ise usta işi bir Türkiye filmi olduğuna inanıyoruz.



Kelebeğin Rüyası, Yılmaz Erdoğan'ın sinemamıza sadece 'güldürü' ile 'gişe katkısı' sağlamanın çok ötesinde fayda sağlayacağına işaret eden tertemiz ve sapasağlam bir eser olarak müstesna yerine oturacaktır.

Filmin isminin neden 'Kelebeğin Rüyası' olduğu da mühim. Bu hususu da filme bırakalım...

Kelebeğin Rüyası'nda şiir, kullanılmaktan öte izleyicinin damarlarına şırınga ediliyor.

'Bir şiirlik can'ı olanların 'kız'ı da, şiiri de, hayatı da 'bahane' etmesini anlatan Kelebeğin Rüyası, iyi şiirin sahipsiz olduğunu kanıksayan insanların olduğu dünyada 'güzel olan, yaşadığımızdır, bir gün öleceğimiz değil' demekten kendini alamıyor.

Haksız da değil...

Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından
uyanmak istemiyor uykusundan.

Filmin Fragmanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder