Şiirin hayata katkısının,
hayatın şiiri beslediği noktanın ta kendisi olmasından anlamamız
gerekir ki, sinema, şiirin bahanesidir...
'Bahane' ifadesi gündelik hayatta
ne denli ucuzlatıldıysa, şiir, sinema ve sanat söz konusu
olduğunda kelime ehemmiyetini o oranda artırır. Çünkü sanat,
hakikatin işaretini beşere göstermenin, beşer tarafından görmek
için vesile olmanın en estetik hali ve sezgi, duygu ve fikir
dünyasının gıdasıdır.
Her şey gıda olabilir. Lakin
'su' ne denli somut bir gıda ise beden için, ruh için de sanat
öylesine mühimdir...
İşte böyle bakarım beyaz
perdeye...
Öylesine duygu dolarım ki bazen,
'sinema olmasa nasıl yaşardım' diye kendime sorarım...
Abartıyor muyum?
Kutsuyor muyum, sinemayı?
Sanata haddinden fazla mı
ehemmiyet veriyorum?
Belki evet...
Bu, nereden bakıldığına
bağlı...
Hayatın hiçbir aşamasına
olmadığı gibi, sanata da kalbimi bir tarafa bırakarak
bakamıyorum...
Hal böyle olunca, gönlüme
dokunan filmleri yazmakta da zorlanırım. Hakkını verememekten
korkarım. Bazen kelimeler öylesine kifayetsiz kalır ki, bir
kelimenin noksanlığını bir başka kelime ile kapamak zorunda
kalırım. Bir damlanın yokluğunu, bir başka damla ile doldurmak.
Lakin öylesine damlalar ki bunlar, her biri birbirinden farklı
tatta ve bütünü bir ummanı oluşturuyor.
Ve elbette şiir...
Kelimelerin yükünü en iyi
sırtlanan ve kelimelerin sırtında büyüyen bir dev...
Sayfalarla, saatlerle, resimlerle
anlatamadığınız öyle çok şeyi sadece ve sadece bir çift
satırla anlattığınız olur. Şair için böyle olur. Şiir için
böyle...
Yani şiir, hakikatin işaretine
işaret eden işaret mısralarıdır...
Şiir ile sinemayı bir arada
buluşturmanın birkaç yolu vardır.
Birincisi;
şiiri doğrudan filmin konusu edersiniz. Mevzunun bir yerinde veya
tam merkezinde şiir olur. Bu durumda, sinemada şiire yer vermiş
olursunuz.
İkincisi;
film dilini öylesi bir hale getirirsiniz ki, bir şiirin hissiyatını
verir ve 'şiirsel film dili' dediğimiz üslup oluşur...
Üçüncüsü;
ikisinin ortası bir şey. Filmin konusu şiir veya şairdir.
Ağırlıklı nokta budur. Fakat filme öylesine sirayet etmiştir ki
şiir, film dilinde de kendini gösterir.
Açıkçası üçüncü maddenin
sinemada teorik ve kuramsal olarak bir karşılığı yok. 'Arada'
olan bir şeyin neyi karşıladığını ifade etmek de pek kolay
değil. Hissi bir durum. Gönlüne dokunan sanat unsurlarından
çıkarım yapabileceklerin hissedeceği ve anlatmakta zorlanacağı
bir hal...
Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi
'Kelebeğin Rüyası'
tam böyle bir yerde duruyor.
İsterseniz önce filmin
hikayesine bakalım...
Zonguldak'ta yaşayan, iki genç
şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, yeni yeni modernleşen
bu madenci şehrinde memuriyet hayatlarını devam ettirirken, bir
yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle iç içe
yaşamaktadırlar. Cumhuriyet gençtir. Bir yandan modernleşme
çabasındayken, aynı yıllarda Avrupa'da da çetin bir savaş
yaşanmaktadır. Belediye Başkanı'nın kızı Suzan'ın Zonguldak'a
geri gelmesiyle Rüştü ve Muzaffer'in şiire olan inancı daha da
artar. Henüz lise öğrencisi olan Suzan, çevrenin istememesine
rağmen iki gençle yakın arkadaş olur. Fakat 1940'lı yılların
vebası olan verem, iki genç insanın da sağlığını git gide
tehdit etmektedir. Rüştü ve Muzaffer'in hem kendi gelecekleri, hem
de dünyanın gidişatı hayra alamet değildir...
En başta şunu belirtmek gerek
ki, film, gerçek hayat hikayelerinden yola çıkmış. II. Dünya
Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden
ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatının
son dönemini anlatıyor. O dönemde şairlerin lisedeki edebiyat
öğretmeni ise Behçet Necatigil’dir.
Daha hayatının baharında
diyebiliriz. Zira 22 yaşında veremden ölür, Rüştü Onur.
Peki bahar nedir?
Hayat nedir?
Hayatın baharı n'ola!
Daha filmin açılışında, bir
karanlığın içinde dengesizce hareket eden ışıltının, birkaç
saniye sonra, madenden kömür çıkaran bir atın göz bebeği
olduğunu fark ettiğinizde, -daha filmin ilk sahnesinde- gönlünüze
mevsimsel bir göz kırpıyor, Yılmaz Erdoğan.
Siz ister bahar deyin, ister
isimsiz bırakın. Neticede daha filmin başında beklemediğiniz bu
sürpriz ile sinema adına tat alacağınız bir 138 dakika
yaşayacağınızı anlıyorsunuz.
Evet, film biraz uzun. Ancak
böylesine 'temiz' ve 'sağlam' bir filmin de o kadar hakkı olsun.
Filmi uzun kılan unsurlar
'gereksiz' gelmedikten sonra bir mahsuru yok. Ve şöyle bir
düşününce 'olmasa da olur' diyebileceğim pek bir şey gelmiyor,
aklıma.
Daha ilk sahnede Yılmaz Erdoğan,
sinema sanatı adına kendini ne oranda geliştirdiğini gösterecek
'artistik' hareketler yapıyor. Ortam sesini duymayarak, sadece müzik
ile hayata geçirilen 'tek plan' sahne, özellikle kamera hareketleri
ile akıllarda kalacak cinsten. Zira hem ray, hem vinç ve hem de
kameraman adımı kullanılarak harikulade bir giriş yapılmış.
Görüntü yönetmeni Gökhan
Tiryaki'yi özellikle tebrik etmek isterim. Senelerdir Türkiye'de
sinema sanatı namına üretilen en özel filmlerde (Bir Zamanlar
Anadolu'da, Vavien, Dedemin İnsanları, Issız Adam) imzası bulunan
Tiryaki, Kelebeğin Rüyası'nda da ustalığını konuşturmuş.
Bir 'dönem filmi' olan Kelebeğin
Rüyası'nı mükemmel kılan unsurlardan biri 'sanat yönetmeni'.
1940'ı anlatan dokuyu sağlama noktasında çok iyi iş çıkarılmış.
Sinemamızda dönem işleri, genel plana çıkmadan (böylece de az
prodüksiyon/masraf yaparak) kotarılmaya çalışılıyor. Ancak
filmde bu noktada hiçbir masraftan kaçınılmamış. Dönemin
Zonguldak'ının, insanların kıyafetinin resmi gayet inandırıcı
olmuş. Filmin bütçesini 10 milyon dolar yapan da bu tür
harcamalar olsa gerek.
Oyunculuklar noktasında da film
neredeyse mükemmel bir noktada. Başrol Belçim Erdoğan hariç. Ne
başrole, ne de Kıvanç Tatlıtuğ'un yanına yakışmamış. Başta
Mert Fırat ve Yılmaz Erdoğan olmak üzere oyunculuklar çok iyi.
Kıvanç Tatlıtuğ ise son dönem yükselişini devam ettirmiş.
Filmin senaryo çalışmasına
yedi sene önce başlayan Yılmaz Erdoğan, çekimleri de 16 haftada
tamamlamış. Ülke şartlarında bir sinema filminin 4-5 haftada
çekildiğini düşünecek olursanız, film için ne denli emek
harcandığını tahayyül edebilirsiniz.
Kelebeğin Rüyası'nın mühim
bir noktası daha var.
Tek Parti iktidarındaki
Zonguldak'ı anlatan film, 'Mükellefiyet Kanunu'nu alt hikaye olarak
kullanıyor. Kanuna göre bölgede eli kazma tutan her erkek madende
çalışmak zorundadır. Kömür madeninde çalışmanın kuvvetle
muhtemel sonucu ise akciğere bağlı bir hastalığa yakalanmaktır.
Tek Parti iktidarına yönelik
eleştiri sadece bununla kalmaz. Çok göze batmasa da Kelebeğin
Rüyası'nda Cumhuriyet'in kurucu iradesine olmasa da Milli Şef
iktidarına eleştiri var. Türkçe ezan okunduğu dönemde 'Tanrı
uludur' ifadesini duymamızın sebebi budur. Başka birkaç unsur
daha var elbet. Ancak filmle ilgili daha fazla ipucu vermemek adına
bununla yetinmek gerektiğini düşünüyorum.
Bazı sahnelerin, sırf resim
olsun diye senaryoya konduğunu da düşünmedik değil bazen.
Müzikler
kendi içinde tutarlı ve gayet başarılı. 'Yerel' tonlarda müzik
yapılmaması eleştiri konusu olabilir, ki, neden böyle bir şey
tercih edildiğini öğrenmek gerekir. Filmin neredeyse tamamen 'yeni
çağdaş model aileler'in ortamlarında geçmesine yapılacak
eleştiri, müziğe de yapılabilir. Bu durumda, hikayenin geçtiği
ortamların 'eleştiri' gayeli seçildiği şeklinde yapılacak
yorum, müzik noktasında da dillendirilebilir.
Yılmaz Erdoğan'ın imzasını
çıkarsak, çok rahat bir Hollywood veya usta işi Avrupa filmi
olduğunu düşünürsünüz. Yılmaz Erdoğan imzası ile ise usta
işi bir Türkiye filmi olduğuna inanıyoruz.
Kelebeğin Rüyası, Yılmaz
Erdoğan'ın sinemamıza sadece 'güldürü' ile 'gişe katkısı'
sağlamanın çok ötesinde fayda sağlayacağına işaret eden
tertemiz ve sapasağlam bir eser olarak müstesna yerine oturacaktır.
Filmin isminin neden 'Kelebeğin
Rüyası' olduğu da mühim. Bu hususu da filme bırakalım...
Kelebeğin Rüyası'nda şiir,
kullanılmaktan öte izleyicinin damarlarına şırınga ediliyor.
'Bir
şiirlik can'ı olanların 'kız'ı da, şiiri
de, hayatı da 'bahane' etmesini anlatan Kelebeğin Rüyası, iyi
şiirin sahipsiz olduğunu kanıksayan insanların olduğu dünyada
'güzel olan, yaşadığımızdır, bir gün öleceğimiz değil'
demekten kendini alamıyor.
Haksız da değil...
Belki bir kelebek o kadar
memnun ki rüyasından
uyanmak istemiyor uykusundan.
Filmin Fragmanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder