Teknolojinin hayatımızı kolaylaştırdığı iddiası, metaya ulaşımın kolaylaşması dışında bir şey için kullanılıyorsa, kesinlikle ve kesinlikle 'yalan'dır...
Bilgiye ya da maddeye ve daha da kötüsü metaya ulaşım, maddenin varlığını bilmek ve bunun hakkını vermek manasına gelmiyor.
Zamane dünyasında ulaşım kolaylığı, tüketim kolaylığı ve pek tabi ki tükenme hakikatine açılan kapı...
Modern zamanın felsefesini özetleyecek o kadar fazla 'öz cümle' var ki, hangisini dillendireceğimi şaşırıyorum bazen. Bu sebepten genel olarak mevzua göre cümle ve yaklaşımı tercih ediyorum.
Teknoloji hayatı mı kolaylaştırıyor, yoksa öldürmeyi mi!
Ve daha kolay öldürünce vicdan rahat mı ediyor!
Zorlamadan öldüreninki vicdani, yöntemi 'eski' olanınki vahşet mi oluyor!
Suriye'deki El Kaide'ci grupların infaz görüntüleri üzerinde insaniyet felsefesi ve vicdan kuramları döktürenleri görüyorum da, insanlığımdan utanıyorum...
Alemin her halini anlamak için durup sadece aleme bakmak yeterli...
Eşyanın her halini anlamak için eşyayı durdurup, durup sadece izlemek yeterli...
Dünyanın her halini anlamak için dünyanın dönüşüne uyum sağlamak kâfi...
Doğanın halini anlamak içinse elbette doğaya dahil olmak gerekli...
İnsanın her halini anlamak için de eşyaya uyum sağlayıp, dünya ile dönüp, doğayı izleyip, alemi hissetmek zaruri...
"Basit zordur" demişti ya zamanın birinde mahlukatın biri, insan da kolay olan hayatı zorlaştırmak için kendini basitten uzaklaştıran bir hayvandır bence...
Sinemanın masal etkisi, size bir dış sesin hikayeyi aktarması değildir. Gişe izleyicisine sıkıcı gelen sakin planlar; bir yerlere dalmış kahramanın yüzünde kalınan uzun saniyeler; efektsiz, müziksiz, diyalogsuz ve monologsuz; sadece ve sadece görüntü dili...
"Bir taş at"ması gerekenlerin, "bir taş daha at"maya varamadan dengeler adına başını çevirdiği, elini cebine soktuğu ve sadece kredi kartı şifresini girmek için çıkardığı bir zamanda yaşıyoruz...
Olayları okumak, zamanı okuyabilmekle mümkün. Aynı şekilde zamanı okuyabilmenin yolu da olayları okumaktan geçer. Hepsinin ötesinde ve öncesindeyse okuma yapabilmenin başlıca şartı 'insanı okuyabilmek'tir...
Zamanın ruhu oluşturan insanın, insanı oluşturan zamanın ruhu ile bir yolun iki ucu olmasının dışında sırt sırta vermiş tek istikamet olması da ironik bir manzara...
Eğer bu dünyadan bir 'Oscar' alamadan giderseniz ziyandasınız.
En iyi rolü siz yapmalısınız, yapabilirsiniz, yapıyorsunuz, yapacaksınız... Zira oyunculuk ruhunuzda var ve belki en mühimi de hepimiz Oscar'ız...
Modern zaman insanının kendinden başka herkes olabildiğini 'post modern' dönemle okumaya çalışan Fransız yönetmen Leos Carax'ın Kutsal Motorlar'ı 2012'nin en çok ses getiren eserlerinden oldu.
Diyanet'i her eleştirdiğimizde gelenekçi arkadaşlarda hemen hemen ayı tepkiyi alırız. Mevzuun ne olduğu mühim değil, 'ruhbanlık kurumu'na dokunmuşsunuzdur.
Elbette doğrularını da dile getiriyoruz Diyanet'in. Zira Prof. Dr. Mehmet Görmez başkanlığında yepyeni bir hüviyete büründü. Lakin devlete angaje bir kurum olmanın hiçbir zaman aşılamayacak sınırları çerçevesinde bazı noktalardaki alışkanlıklar değişmiyor.
İnsan, insanları anlamak ve anlayışlı olmak için yaratılmasına rağmen, -nasıl beceriyorsa- anlayışlı olma adına anlayışı berbat etme yeteneğine sahip.
Bunu da genelde okur-yazar takımı başarıyor. Zira bilmek, anlamanın yardımcısı olsa da çok ötesinde bir zeminde anlayışsızlığın da kaynağı olabiliyor.
Bilginin güç değil, yük olması da diyebiliriz.
Gezi olayları, tam da izah etmeye çalıştığım çerçevede kafa karışıklıklarına sebep oldu. Özellikle 'bizim cenah'ta ilginç yorum ve yaklaşımlar söz konusu oldu.
Bu memlekette sanatçılar 80 sene boyunca acı yaşayanları fişledi ve acılara kimlik verdi.
Tarif edilen acıya sahip değilseniz veya tarif edilen sınıfta yer alan bir şahıs değilseniz, ne acınızın kıymeti vardı, ne de siz bahsedilmeye değerdiniz.
Memleketin ötekileştirilmiş, itilmiş, yok sayılmış, insan yerine konulmamış çoğunluğu olarak bizi diri tutan acılarımız oldu.
Bize soluk aldırmadığını düşünenlerin aksine, yok sayılmamıza sebep olan özelliklerimize, inancımıza, kimliğimize, varlığımıza sarıldık.
Ülkenin 'toplumsal değeri' olarak nitelendirdiğiniz şeylerin hiçbir zaman seviyemize inemeyen elitist bakışınızdan mülhem 'seçme değerler' olduğunu hiç unutmayacağız.
Evet, aranızdan bazıları hakikaten memleketin 'bazı' değerleri için hayatı boyunca mücadele etti. Çünkü onları seçmişlerdi.
Devrim, bir şeylerin devrilmesi ile olur. Lakin köklü bir devirme olmalı. Toplumsal faaliyet bazında bakacak olursak, devrim olması için sistemin değişmesi lazım.
Misal; Fransız Devrimi, sistemi kökten değiştirmiştir.
İnsanın başına ne geldiyse kutsama belasından geldi.
Öyle bir bela ki, esasında insanın kendini tanrılaştırma çabasının sonucu. Zira kutsama yetkisini sahip olan insan, kendi çapında tasarım ve sınır belirlemiş oluyor. Ve kendinden çok daha fazlasının, kitlelerin algısı da bu yönde değişiyor. Böylece insan 'Tanrı'nın mühim belirtilerinden birini hayata geçirmiş oluyor.
‘Mutlaka izlenmesi gereken' veya ‘ölmeden önce izlenmesi gereken' başlığıyla duyurulan film listelerinin sorunlu mahiyeti, her daim canımı sıkan bir unsur olmuştur.
Esasında bu köşede bugün bir film analizi okuyacaktınız. Dün geceye kadar durum öyleydi. Ancak gece gelen haberler ve ilgili görüntüler fikrimi değiştirdi.
Göze almak; kendisine ait olmayan korku veya endişelere rağmen ferdin, kendi olmayan bütün şahsiyetlerle birlikte ve aynı zamanda 'onlar'a karşı durmasının 'somut' göstergesidir...
Gözkapaklarına asılan tahammül sanrılarının, tahayyül sınırlarını zorladığına şâhit oluyor Hâlis; bir bardak kötülük, bir avuç yıldız takımı, ışıltı için ay taklidi zorlama tarifler veya bindirilmiş kıtalarla yeryüzüne indirilmiş mutluluk tarifinde can çekişen hakîkatin renginde maviye çalan alacalı aldanış ya da yumruk büyüklüğü dünyanın katıksız sorularının taarruzu ki, letâfet varsaydıklarımızın zarûrî kahra evrildiğinde mi açar gözlerini farkındalık yanımız;
Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. 'Tüylüdil' lakabını alsak da söylemeye devam edeceğiz.
Memlekette sinemanın önündeki en mühim engellerden biri dağıtım tekeli.
AVM tarzı sinema salonları, birkaç kuruluşun elinde. Toplam salon sayısının çoğunluğu sadece 3-5 dağıtıcı firmanın elinde. Yani, hangi filmin, nerede gösterileceğine ve hatta gösterilip gösterilmeyeceğine bu birkaç dağıtımcı karar veriyor.
Kadim bir arayışın farklı kalplere ve zihinleregöre
işlenişi, farklılıklarla büyüyen bir birikimin süslenişidir, sanat.
Sanatı diğer anlatım tekniklerinden ayıran şey, soyut
yanıdır.
Göreceli olmasıdır.
Anlatım tekniği kadar anlaşılanların da değişiklik arz
edebilmesidir, sanatı farklı kılan.
Yani her sanatkarın eseri ortaya koyarken tercih ettiği
yöntem ve ortaya çıkan şey değişik olabilir. Hatta olmalıdır.
Aynı şekilde o sanat eserinden bir şeyler çıkartacak,
yorumda bulunacak olan her muhatap da farklı yorumlar çıkarabilir. Ve hatta her
yorumun farklılığı olması gerekir.
Eyy sessizliğin en büyük sesi olan Allah’ım
Eyy zamanın durduğu nadide bilinç ânı Allah’ım
Eyy varlığın yokluğuna delil Allah’ım
Eyy sonsuzluğu adında öldüren Allah’ım
Eyy hiçliğimize acıyarak ölüm bahşeden Allah’ım
düşenleri toplamak için varım
bir ses düşer, ünlüdür
ya da çığ düşer, kanlıdır
veya şimşektir düşen, ışıldar
toplamak için ben varım
bir yanım, toplamakta
diğer yanım kayıp
hayat işte böyle, yarım
Sinema tarihimizin tartışılmaz fenomeni haline gelen (beğenelim, beğenmeyelim) Recep İvedik'ten sonra, benzer yol haritası ve benzer mahiyetle yeni bir film vizyona çıktı; Sabit Kanca...
anne,
barış diye bir şeyden bahsediyorlar
hiç görmedim, tadını da bilmiyorum.
hani böyle;
tebessüm ederken gözlerinin sızlaması,
yanındayken birinin, birini arzulaması
dolması gözlerinin, bir çocuğun yanağını öperken
güneşin, her daim ikindi tadında
rüzgarın, sadık bir okşayıcı olduğu
elin, el ile ısındığı
el ele sıcaklığın büyüdüğü
büyüyen her şeyin yeniden doğduğu
ölümün, ölüme hizmetkar olduğu
insanın, insana insan gibi davrandığı
bir 'hal' diyorlar...
baba,
bütün barışları babalar öldürüyormuş
inanmadım
yakıştıramadım
bilemedim de.
ama sonra bir şey hatırladım
bir an
gözlerinden öpüyordun, tanımadığın bir çocuğu
bir hal'di, bu
barışa emsal.
sonra dünyayı düşündüm
üşüdüm
şaşırdım
ve ılık bir rüzgar dokundu yanağıma
turuncu ışığı açtı, gözlerimi
ölümü düşündüm
ölümden güç aldım
barışı düşündüm
savaştan güç aldım
kalmayı düşündüm
hayattan göç aldım
düşünmeyi düşündüm
düşünceden öç aldım
sözü düşündüm
sesten söz aldım
geç kalan bütün pişmanlıklar adına
erken düşen kalelerin yanına
bir tohum bıraktım.
ılık rüzgar
ikindi güneşi
bir anne ve bir baba şefkati ile
büyüsün diye.
Sinema gündeminin genelde ardında kalan 'gişe verileri', her daim gözetimim altında.
Zira sadece kıyaslama ve rekor hususunda değil, genel manada nabız tutma bakımından da gişe verileri mühim.
Geçtiğimiz cuma günü vizyona iddialı filmler girdi.
İlk 3 günlük rakamları umut vaat etmeyen 'Çanakkale: Yolun Sonu', 1 haftalık verilerine bakınca da hayal kırıklığı oluşturdu.
Film, 7 gün sonunda 263 bin 217 bilet satış rakamına ulaşabildi. Bütçesi çok yüksek olan filmin gişesi en fazla 1 milyon olacak gibi.
1 milyonu biraz geçebilse de, yapımcısını memnun edecek seviyede olmayacağı kesin.
Bu manzaradaki en etkili durum elbette son birkaç ay içinde 3. Çanakkale filmi olması.
Zira ilk olarak Sinan Çetin'in "Çanakkale Çocukları" filmi vizyona girdi. Film, sadece 200 bin kişi tarafından izlendi. Çetin'in filmi savaş karşıtı söylemi ve meseleye hem mahiyet hem de üslup açısından farklı bakması sebebiyle ilgi görmedi.
Sonrasında ise vizyona giren "Çanakkale 1915" ise gişe izleyicisini daha çok çekecek ve 'kafa yormadan' izlenecek filmdi. Resmi tarihin tezlerine sarılı olsa da bugüne kadar görmediğimiz şekilde 'namaz' ve "Kur'an-ı Kerim" belirtisi gördüğümüz film, bütün avantajlarına rağmen 1 milyon sınırına ulaşamadı. 18. haftasında hala vizyonda olan film bugüne kadar 904 bin 682 kişi tarafından izlendi.
3 Çanakkale filminin toplamda gişesi ise 2.5 milyonu bulmayacak. Sadece Fetih 1453'ün 6.5 milyon izlendiğini vurgulayalım...
'Fetih 1453'ün açtığı yolda ticari endişelerle filme alınan 'epik' filmler, bu sene tam manasıyla hayal kırıklığına uğradı. Çanakkale filmleri bunların en bariz örneği.
Yanı sıra 'Karaoğlan' da ciddi bir misal. 10 milyon TL'den fazla bütçesi olan film, sadece 121 bin 420 bilet satış rakamlarına ulaşabildi.
Kuvvetle muhtemel 'Çanakkale: Yolun Sonu' da yapımcısını memnun etmeyecek.
Reha Erdem'in son filmi 'Jîn', geçtiğimiz cuma günü vizyona girdi.
Dağdan inmeye çalışan PKK'lı bir Kürt kızının 'inemeyiş' öyküsünü anlatan Jîn, beklendiği gibi çok az izleniyor.
Jîn'in ilk 3 günlük gişesi bin 363...
Esasında bilet satış rakamının bu seviyede olması normal. Zira film 10 salonda oynuyor.
"Böyle bir film neden sadece 10 salonda oynar" sorusunun cevabı da net elbette.
Öncelikle Reha Erdem'in çok fazla salonda girip, çok izlenmek gibi bir derdi yok.
Ayrıca salonlar şu anda 'gişe işi' dediğimiz filmlerle tamamen kapanmış durumda. Sadece 3 film binden fazla salonu kapatmış durumda. Haliyle de sinemamızın kadim derdi olan 'gösterim yeri bulamama', beklendiği gibi nüksediyor.
Jîn tarzı filmler izlendiğinin çok ötesinde etkili olduğu için bu gişe rakamlarının somut olarak ehemmiyeti çok da fazla sayılmaz.
Temennim o ki; bir gün, dağıtım ve gösterim meselesi aşılmış bir memlekete uyanalım.
Bu senenin iddialı filmleri bir bir vizyona çıkıyor. Kimisi hayal kırıklığı oluştursa da birçoğu gişede başarılı oluyor.
Son olarak bütçesi ve tekniği ile iddialı olan "Çanakkale: Yolun Sonu" filmi gişede ilk belirtiyi gösterdi.
Film, ilk üç günde 131 bin 920 kişi tarafından izlendi.
Açıkçası film için çok başarılı bir başlangıç yaptı diyemeyiz. Filmin bütçesinin 36 milyon TL olduğunu düşününce, gişede beklediğini bulamayacağını söyleyebiliriz.
Açılış rakamları bu olan film, toplamda en fazla 1 buçuk milyon bilet satışına ulaşabilir. Zira filmin akranlarından olan "Çanakkale 1915"in ilk 3 gün verisi 100 bin civarıydı. Film de toplamda ancak 900 bin gişeye ulaşabildi.
Mevsimsel şartlar ve benzeri durumları artı olarak yorumlasak dahi, 'Çanakkale: Yolun Sonu'nun, yapımcılarının beklentisini karşılamayacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Bu arada gişe verilerine bakınca dikkat çeken diğer noktaları da belirtelim...
Yine geçtiğimiz gün vizyona giren "Aşk Kırmızı" filmi reklamını iyi yapmış gibi. Zira Osman Sınav'ın alelacele çektiği film, 3 günde 60 bin kişi tarafından izlenmiş.
Bu verilere ulaşmasında filmdeki çıplaklık/erotizm unsurunun ne kadar olduğunu yorumunu size bırakıyorum.
Gişe listesinin zirvesindeyse Yılmaz Erdoğan'ın son filmi 'Kelebeğin Rüyası' var. Film, 24 günün sonunda 1 milyon 692 bin 999 bilet satış rakamına ulaştı. Filmin toplam gişesinin 2 milyona yaklaşacağı görülüyor.
Günlük koşuşturmanın içinde durup kendine bakacak zamanı dahi bulamayan modern zaman insanının, ‘faaliyet’ kapsamına girmeyi bir şekilde ‘başaran’ sinema, açtığı bu gedikten ‘gelişim/dönüşüm’ namına kendi için küçük ancak insanlık için büyük adımlar atabilir.
“Sinema’ya gidiyor musunuz” sorusunun yöneltildiği insanlar “iyi takipçiyim” diyorsa, haftada bir filme gidiyordur, en iyi ihtimal. Perdede izlediği filmlerse ‘gişe işi’ çerçevesinde, sadece ‘oyalayıcı’, ‘eğlendirici’ ve daha vahimi ‘geçici’dir.
Bense daha ‘büyük bir bakış’tan bahsediyorum.
Sanat ile ilgilenmeyen/uğraşmayan insanın, kendini insanlığına bağlayan irtibat noktalarından biri noksandır. Ve bu eksiklik öylesine etkilidir ki, bütün bir dünya görüşünü, hayata bakışın ve en mühimi de kendine/insana yaklaşımını hepten ‘hiç’ edebilir.
Büyük laflar etmek, dünyanın en küçük işidir. Büyük laf etme derdinde olanlar, en küçük uğraş ile hayatını heba ediyor demektir. Büyük işler peşinde koşan, küçük olarak gördüklerinin ‘eksikliği’ ile ‘büyük kırıklıklar’ın altında kalmaya mahkumdur.
İşte bu sebepten ki, sözlerimi ‘küçük’, izahımı ‘küçük’, yolumu ‘küçük’ tutmaya çabalıyorum.
Ve işte tam da bu yüzdendir ki “sanat, bir yöntem olarak, küçük dokunuşların büyük resimleri ortaya koyduğu eylem alanı”dır…
‘Sanat sineması’ dediğimiz alanda icra edilen filmleri bir de bu açıdan düşünün. Neden bu kadar sade, neden ‘basit’ gibi görünen, neden sakin, neden dingin ve neden ‘az söz’ barındıran şekle sahip olduklarını bir de bu bakımdan yorumlayın.
Şeklen böyle olmakla beraber mevzubahis filmler, nitelik açısından -elbette- büyük etkiye sahiptir. Kitleyi değil, insanı hedef alır.
‘Çoğunluk’ değil, ‘kişisel varlık’tır hedef olan.
‘Zaman’ın çok küçük bir kısmını kullanmasına rağmen, sanat filmi, ‘zaman’ın en geniş anlarına hitap eder.
‘Uzun plan’, ‘duran kamera’, ‘susan insan’ olarak değerlendirilen şekli görünüm, sanat sineması bağlamında ‘büyük lafların yatağı’dır.
Çünkü sanat, sadece ve sadece insanı hedef alır… Kitleler, sanat için ‘daha çok insan’dan başka bir şey değildir. Ve topluluk, sanat için, yine sadece insandır.
Ve sinema; bir ruh halinin, hâl üzere durumundan ruh üzere konumuna değin gelişiminin aracıve amacıdır...
Sinema; bizi bize, hepimizi hiçbirimize ve bireyi yalnızlığına hapseden modern zaman algısının karşısında direnebilmenin yöntemi olmasının ötesinde, şartıdır...
Sinema; arayış içinde olması gereken insanoğlunun, mevcudiyetini bilemeden mevcut durumunu kabullenmesi gerçeğinin değişmesi gerekliliğini anlamanın sonrasında, gerçeğin üst tabakası hakikatin 'hissedilmesi' hususunda duygusal yardımcıdır...
Sinema; bireysel etkisinin dozajına yönelik yorumların kofluğuna hapsedilemeyecek oranda hissi ve toplumsal yönelmenin sürdürülebilmesi bakımından nicelik ve niteliksel öneme haiz kurtuluş yoludur...
Sinema; düşünmedir…
Sinema, düşüncedir; ki sinema bir ‘zihni eylem alanı’dır…
Nefret ettiğim kelimelerden biridir. Dünyaya sadece yapmakta olduğu 'iş'i yapmak için gelmiş ve işi bittiğinde emeklilik denen bir ayrışmaya tabi olmuş, sonrasında ise 'hayatını yaşamış' kişilerin memur algısını bana hatırlatan bu kavramdan kurtulabilmenin bir yolu; hatta belki de tek yoludur sanat.
Ve elbette sinema.
Nedir ki bu sinema; bütün bir hayatı anlamlandırabiliyor? Hayat meşgalesine düşmüş olan bireyin kendini unutmasının kanıtı olan 'emeklilik' olgusunu öldürebilecek nasıl bir mahiyet vardır sinemada?
Sinema bir varoluş sorgulamasıdır. Neden dünyaya geldiğimizi, var iken nasıl kendimizi var edeceğimizi aramamızı sağlayan; başlı başına bir araç ama son kertede hakikate giden yolu arşınlatan bir istikamet belki de.
Sinemaya bu şekilde metafizik ve felsefi pencereden baktığınız takdirde size meseleyi en iyi ifade edebilecek eserleri Andrey Tarkovsky vermiştir. Rusların sadece sinemaya değil sanata en mühim hediyelerinden biri olan Tarkovsky, "İnsan varolduğu sürece yaratma eğilimi de var olacaktır" diyor. 'Yaratma' kavramı konusunda hassasiyetinize hitap edercesine tefsirinin devamını getiren Tarkovsky, "İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişecektir. İşte onu Yaratıcı'sına bağlayan şey burada" sözleriyle, Yaratıcı'nın yeryüzündeki halifesinin kerametine dikkat çekiyor. Tarkovsky sinemasında 'sanatın bir yakarış olduğu' tezini hissedersiniz. Zira 'insan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir'.
Tarkovsky'ye göre, "Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar."
Doğayı taklit eden resim sanatının sonrasında ânı donduran/kaydeden veya bir kareye hapseden fotoğrafın doğuşunu sinema takip eder. Mevzubahis sanatları taklitçi olmaktan çıkarır, sinema. Zamanın herhangi bir noktasını hapsetmek değil, izleyiciyi zamanın içine alarak bir sanat eserini toplumsallaştırır, sinema.
Gelmiş geçmiş en önemli sinema kuramcılarından olan Fransız Andre Bazin "Sinema, gerçeğin sanatı olarak bütünlük taşır" der. Modern seküler algının 'gerçek' diye somutlaştırmaya çalıştığı şey, aslında hiçbir zaman metafizik düzleminden çıkarılamayacak olan ve insanın, bu soyut alana dahli ile anlaşılabilecek olan 'hakikat' kavramından başkası değil aslında. Bir farkla ki; çağdaş arayış, bireyin, kendisini tanrılaştırmasına malzeme kovalar. Kadim algı ise; Yaratıcı'nın, kendi ruhundan üflediği yetilerle hissedilmesinin anahtarının arayışıdır.
Türkiye sinemasının son dönemdeki en önemli isimlerinden olan ve bence Türkiye sinema tarihinin en kalıcı ismi olmaya aday olan Semih Kaplanoğlu da 'manevi gerçekçilik' kuramından bahsederken bu noktalara dikkat çeker. "Bu dünyada bir 'var olma' meselesi var" diyen Kaplanoğlu, psikoloji, felsefe gibi 'bir sürü şey'in bununla ilgili olduğunu söyledikten sonra bir de "yâr olma" meselesinden bahseder. "Sevgili olmak... Tanrı'yla sevgili olmak... İşte yâr olduğu zaman insan belki de tam bir varoluş yaşayabilir" diyen Kaplanoğlu, kendi filmlerine yönelik eleştirilere de cevap niteliğinde olan şu sözleri sarf ediyor:
"Onu yapabilmek ve o ânı genişletebilmek. Filmi seyretmeye başladığınız andan itibaren onun içine girebilmek ve o ânın içinde kalmak. Bütün derdim o. Ama bunu da çok fazla müzik kullanmadan, diyalog kullanmadan yapmak. Bir hâl yaratmak. Gerçeğin içindeki maneviyat, maneviyatın içindeki gerçek..."
İtalyan sinemasıınn en ünlü ismi olan Federico Fellini de, 'sinema, hayatı anlatmanın kutsal bir biçimidir' der.
İran Yeni Dalga sinemasının öncülerinden Abbas Kiyarüstemi ise hayal olgusundan kapıyı aralar ve hayalin, insana bahşedilmiş en farklı ve olağanüstü hediye olduğunu söyler. "Hayaller sayesinde, ardınızda iz bırakmadan aşılmaz duvarların ötesine geçebilir ve geri dönersiniz. Asıl soru şu: Bir kere çıktığınızda neden geri dönesiniz ki?"
Sorular...
Kiyarüstemi'nin de altını çizdiği gibi sanat, sorularla başlayan bir yol; cevap aranan bir istikamet ve belki de kesinlikle cevabını sanatçının kendisinin bulamayacağı, bir birikimin sonucu olarak tarih ile bitecek olan belirtişte nokta nazarında kalacak uğraşın bireysel çabası, toplumsal etkisinin adıdır.
İnançları, kültürleri ve elbette yaşayışları farklı olan bu saydığım yönetmenlerin birleştikleri tek nokta sinemanın mahiyetidir.
Sorular, sorun etmek için değil, cevap aramak içindir.
Tüketmeye alışmış zamane insanının algısına sığdıramayacağı bir fedakarlık örneği olarak sinema; sonucunu somutluğun ötesine bırakan bir arayışın adıdır.
Film Arası Dergisi ve www.dipnot.tv işbirliği ile 'hangout' sistemiyle yayınlanan programda bu akşam Reha Erdem sinemasının ve son filmi 'Jîn'i konuştuk...
Güzel tespitler ve yorumlar oldu...
!f'te izlediğim filmle ilgili genel yorumlarımı ifade ettim.
İzleyin derim.
Renkli oldu. Hem sinema konuştuk, hem de eğlendik...
Bu senenin iddialı yapımlarından ikisi geçtiğimiz cuma vizyona girdi.
Birincisi, uzun zamandır üzerinde çalıştığı projesiyle Emrah Erdoğan'ın 'Gelmeyen Bahar' filmiydi.
Bu güne kadar 'Küçük Emrah' olarak bildiğimiz Emrah Erdoğan, popüler oyuncu kullanmadan vizyona çıkardığı ve kendisinin yazıp yönettiği filminde izleyicinin ilgisini çekememiş gibi görünüyor.
'Gelmeyen Bahar' ilk 3 günde 8 bin 111 kişi tarafından izlenmiş.
'Küçük Emrah', ilk yönetmenlik denemesinde
gişede umduğunu bulamayacak gibi
Bu verinin ne ifade ettiğini anlamak için 'Kelebeğin Rüyası'na bakalım. Yılmaz Erdoğan'ın son filmi, vizyondaki üçüncü haftasının ilk 3 gününde 170 bin 803 gişe yaptı.
Yani, iki Erdoğan'ın filmlerinin oranı 1'e 20'den fazla.
Açıkçası Gelmeyen Bahar'dan bu kadar kötü bir başlangıç beklemiyordum. Film birçok bakımdan eksik. Lakin belli bir kitlesi var diye düşünüyordum.
Şu halde ya film kitleyi, ikna edemedi veya ulaşamadı.
Geçtiğimiz hafta vizyona giren diğer iddia yapım da 'Eve Dönüş: Sarıkamış 1915' idi. Film, vizyondaki ilk 3 gününde 13 bin 555 bilet satış rakamına ulaşabildi.
200 milyon dolar bütçeli Hollywood yapımı 'Muhteşem Kudretli Oz'un ilk hafta sonu açılış rakamları ise 48 bin 950 oldu.
Pazarlama bütçesi dahil edilince 300 milyon dolarlık miktara ulaşan film, dünya çapında ilk birkaç günlük gösterim sonrası 150 milyon dolarlık hasılata ulaştı. Türkiye'deki 3 günlük hasılat ise 619 bin TL'ye yakın.
2013'e hızlı bir giriş yapan sinemamız, senenin belki de en bereketli dönemini yaşıyor.
Senenin ilk 9 haftasında toplam bilet satışı 14 milyon 399 bin 412 oldu.
Bu süre zarfında toplam 39 yeni film gösterime girdi. Eski filmlerle beraber gösterimde olan film sayısı ise 161...
Geçtiğimiz hafta vizyonda olan film sayısı ise 58 oldu.
5 yerli film 10 milyon izlendi
Genel manzaraya baktığımızda -daha şimdiden- 5 yerli filmin 1 milyon barajını geçtiğini görüyoruz. Bunlardan ilk ikisinin toplam gişesi 6.5 milyondan fazla. Çok izlenen ilk 5 yerli filmin toplam gişesi ise 10 milyon civarı.
Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar'a karşı!
Box Office verilerine göre bu senenin en çok izlenen filmi 3 milyon 736 bin 255 kişi tarafından izlenen Cem Yılmaz'ın sahne gösterisi 'CM101MMXI Fundamentals' oldu. Filmin gösterimdeki 10. haftası...
Ve senenin en çok izlenen ikinci filmi, 'Recep İvedik' serisinin 'yaratıcısı' Şahan Gökbakar'ın yeni filmi 'Celal ile Ceren'. 7 haftadır vizyonda olan film 2 milyon 842 bin 747 kişi tarafından izlendi.
Komedi yapmadan çok izlenen film
Yılmaz Erdoğan'ın son filmi 'Kelebeğin Rüyası' da bu seneye damgasını daha şimdiden vuran filmlerden. Konusu, oyuncu kadrosu ve sinematografik başarısı ile adından söz ettiren Erdoğan'ın filmi, 2 haftada 1. milyon 285 bin 274 bilet satış rakamına ulaştı.
Yerli ve komedi film ağırlığı
Son senelerde olduğu gibi bu sene de vizyonda yerli film ve komedi ağırlığı dikkat çekiyor.
Sermiyan Midyat'ın ikinci yönetmenlik denemesi olan 'Hükümet Kadın', Demet Akbağ'ın başrol oyunculuğu ile beğeni topladı. Film, 5 haftada 1 milyon 262 bin 291 kişi tarafından izlendi.
"Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda", adından da anlaşılacağı üzere romantik komedi tarzında. 14 Şubat'a özel hazırlanan film, 3 haftada 1 milyon 182 bin 434 bilet satış rakamına ulaştı.
Çok sayıda iddialı yapımın vizyona gireceğini düşününce, bu seneki bilet satış rakamlarının geçen senenin üstünde olacağını tahmin etmek zor değil.
'Benim Sinemalarım'da Emrah Erdoğan (Küçük Emrah)'ın yazıp-yönettiği ilk film olan 'Gelmeyen Bahar'dan yola çıkarak 'ağlatma garantili filmler'i konuştuk.
İfade, sosyal medyaya aitmiş.
Mahsun Kırmızıgül ve Özcan Deniz tarzı filmlerin izleyicileri, "Yanına mutlaka mendil al, kesin ağlayacaksın" ifadeleriyle filmi tavsiye edermiş.
Açıkçası bunları bilmiyordum.
Fekat bu filmlerin hemen hemen bu maksat için yapıldığı hissini almıyor da değilim.
Yılmaz Erdoğan'ın yazıp yönettiği, Kıvanç Tatlıtuğ'un popülaritesi sayesinde genç kızların akınına uğrayan 'Kelebeğin Rüyası', 10 günlük gişe serüveninde toplam 1 milyon 95 bin 755 kişi tarafından izlendi.
Beklediğimiz üzere 2 milyon sınırını aşacak, film.
Cuma günü vizyona giren yapımlar arasında gişe verileri en çok merak edilen elbette 3 Oscar ödüllü 'Sefiller' filmi. 52 salonda gösterilen film, 3 günde 24 bin 238 bilet satışına ulaştı.
"Hititya: Madalyonun Sırrı", yapılamamış yapmacıklığıyla 'gibi yapan' tarzıyla 3 günde ancak 23 bin 390 kişi tarafından izlendi. 135 salonda gösterilen filmin gişede pek bir şey vaat edemeyeceği kesin.
Vizyona olan filmler arasında dikkat çekenlerden biri de 'Hükümet Kadın'. Sermiyan Midyat'ın ikinci yönetmenlik denemesi olan filmi 5. haftasında 1 milyon 225 bin 829 bilet satışına ulaştı.
'Romantik Komedi-2' de 3. haftasında 1 milyon 99 bin 995'lik gişe rakamına ulaştı.
Oscar'da ve birçok festivalde ödülleri silip süpüren 'propagandist ABD milliyetçisi' film 'Argo', 10. haftasında toplam 70 bin 166 bilet satış rakamı elde edebildi.
Cem Yılmaz'ın sahne gösterilerinden beyaz perdeye çıkarılan 'CM101MMXI Fundamentals' ise 9. haftasında hala gösterimde ve toplamda 3 milyon 829 bin 837 kişilik gişe rakamına sahip oldu. Film hala gösterimde olsa da 4 milyon barajını geçemeyecek gibi.
Ve -daha şimdiden- 2013'ün en çok izlenen filmlerinin başlıcalarından olacağı kesin olan 'Celal ile Ceren'...
Film, 7. haftasının ilk 3 gününde 9 bin 227 kişi tarafından izlendi. Toplam gişe ise 2 milyon 831 bin 350 bilet satışına ulaştı.
Hollywood filmlerinin bütçelerinin dudak uçuklatan seviyede olması, elbette ticari bir manzaranın sonucu.
"Bir filme 180 milyon dolar neden yatırılır" sorusunun cevabını almak için en son örneğe bakalım.
Peter Jackston’ın “The Hobbit: Beklenmeyen Yolculuk” filmi dünya çapında tam 1 milyar dolar gişe hasılatına ulaştı.
Yüzüklerin Efendisi serisi sonrası beklenen Hobbit de bir seri olacak.
Türkiye'de geçtiğimiz Aralık ayında vizyona giren ve 1 milyon 60 bin bilet satışına ulaşan The Hobbit, sadece ülkemizde 10 milyon TL (7 milyon dolar) civarı gişe elde etti.
Dünya çapında vizyona giren filmin sadece ABD hasılatı ise 300 milyon dolar civarıydı. Yani film, 180 milyon dolarlık bütçesinin iki katına yakınını sadece ABD'den elde etti.
Bir Hollywood yapımının ABD dışında 700 milyon dolar hasılat elde etmesi de dikkat çekilecek bir nokta.
Bu arada hatırlatalım; tüm zamanların en çok hasılat elde eden filmi 2,78 milyar dolar ile Avatar.
Sadece Türkiye'de değil, Hollywood ve Bollywood dışındaki hemen bütün ülke sinema sektörünün temel sorun bu.
Ciddi bir "yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan" paradigması var; çok para harcayınca mı gelir filmler ilgi görecek, filmler ilgi gördükçe mi sektör büyüyecek ve para kazanılıp harcanacak...
Bu meseleyi çözmek çok zor. Ancak Hollywod'un doğuş ve gelişimine bakacak olursak, devletin parmağı olmadan (en azından ilk adım olarak) o denli büyüme pek mümkün değil.
Bu memleket on yıllar boyunca garip ve kalın kırmızı çizgilerin insanların üzerinden geçmesi ile idare edildi.
Tam da halkın üzerinden, tam da zihninden, tam da kalbinden...
O incecik kırmızı çizgiler, hayat alanını daraltan ve -dahası- aşağılık kompleksi oluşturma namına silah olan kalın sosyolojik araçlardı.
Müslüm Gürses ve temsil ettiği müzik akımı olan Arabesk tam da bunun merkezinde yer alarak 'kullanıldı'.
Arabesk, birkaç sene öncesine kadar aşağılanan, hakir görülen, değersiz olarak nitelenen, müzik olduğu kabul edilmeyen bir 'gürültü' idi.
Belki Müslüm Gürses sevenlerin 'jilet kullanması' ve bununla özdeşleşmesi de bu sebeptendi.
__Usta__
Hiçbir çıkış alanı bırakmayan sisteme isyanın bir yöntemi olarak 'kendine zarar vermek'!
O insanlar kendilerine zarar vermedikleri takdirde, başkalarına zarar verecekler.
Elbette o durumu olumlamıyorum. Fakat durumu doğru okuyabilmek için tespitleri doğru yapmak lazım.
Evet, estetik beğeni bakımından bazı müzik dalları kadar çekici olmayabilir. Ancak toptan itham eden ve elitist bakışla 'ilkel' olarak niteleyen bakışın sanat algısı, hiçbir şekilde yol gösterici olamaz.
__Meselem__
Arabesk, halkların acısına dokundu.
Oysa hiçbir 'üstün sanat dalı' kalbin tepkisine sirayet edemedi.
Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur ve Orhan Gencebay, arabesk yaparak insanların hem kalbine, hem neşesine, hem de acısına dokundu.
__Ah Oğlum__
Bu memlekette "arabesk dinlemek vatana ihanettir" diyenleri duyduk biz ve hiçbir zaman pabuç bırakmadık Müslüm Baba.
Belki tek sürpriz, ABD Başkanı Obama'nın eşi Michelle Obama'nın (first lady), 'en iyi film' ödülünü Beyaz Saray'a yapılan canlı bağlantıda açıklamasıydı.
Peki, ABD milliyetçiliğine hizmet ettiğine şüphe olmayan 'Argo'nun en iyi film ödülünü alırken, bunun, ABD'nin ilk siyahi başkanının siyahi eşi tarafından açıklanmasının bir manası var mıydı?
Planlama ve propaganda hususundaki maharetleri hepimizce malum olan ABD'liler bu defa ne yapmaya çalıştı.
Film Arası Dergisi ile Dipnot.tv'nin 'hangout' sistemiyle yaptığı yayında bu tartışıldı.
Açıkçası, beni hem güldüren hem de düşündüren manzara ile ilgili söyleyecek çok şeyim vardı.
www.dipnot.tv'de hangout sistemiyle sabah 7'ye kadar canlı yayında Oscar'ı değerlendirdik.
Dipnot.tv'deki yayın - 1
'Kırmızı halı' kısmı hariç (zira hiç bana göre değil) yayının tamamında Oscar'ı her yönüyle konuştuk.
Dipnot.tv'deki yayın - 2
Adet üzere Oscar öncesi tahminlerimizi de neşretmiştik, bu sayfada. (tıklayın...)
Argo'nun yönetmeni Ben Affleck
En iyi film hariç (işaretler Argo'yu gösterse de Lincoln'ı işaret etmiştim) neredeyse tamamı tuttu.
'Gönlümde yatan aslan'ı ayrı bir yere koyuyorum, elbet. Düşler Diyarı, gönlümün Oscar'larını aldı.
Videolar ve linkten mevzubahis durumu işaret edecek malzemelere ulaşabilirsiniz.
Benim Oscar ödülleriyle ilgili özellikle işaret etmek istediğim bir şeyler var.
Öncelikle, akademi üyeleri tam manasıyla 'denge gözetmiş'. Hollywood sinemasının mühim isimlerinin tamamının gönlünü yapacak şekilde bir dağıtım olmuş. İstisna elbette Argo.
En iyi uyarlama senaryo ödülünü alan Argo'nun senaristinin teşekkür konuşmasında CIA'e özellikle teşekkür etmesi manidardı.
Ortaya çıkan tablo şu ki; 2013 Oscar töreninde 'en iyi senaryo' ödülünü CIA, 'en iyi yönetmen' ödülünü Pentagon ve 'en iyi film' ödülünü de Beyaz Saray aldı...
Son ödülü Beyaz Saray'dan 'first-lady'nin açıklaması yeterli bir emareydi.
Michelle Obama, arkasındaki 'mizansen' ile Oscar'a bağlandı
ve 'en iyi film' ödülünü açıkladı.
Hep söylerim, Oscar, sadece Oscar değildir.
O sebepten, -maalesef- sinemanın merkezi olarak Hollywood'u ve Oscar ödüllerini takip edip değerlendirsek de, 'onlar ne söylerse o' tavrına bürünmeyelim.
Neredeyse bütün aday filmleri izledim. Hatta izleyeli çok oldu. Oscar tahmin yazısı işin geç mi kaldım diye düşündüm. Lakin saatler önce bile olsa öngörümü neşretmem gerektiğine kâni oldum.
Öncelikle ifade etmem gerekir ki, Oscar da dahil olmak üzere hiçbir festival ve ödül, bir filmin değerini tek başına işaret edemez. Emare olur.
Ve festivaller de birbirinden farklı özellikler barındırır.
Misal; Oscar'da ödül alan filmlerin dünya festivallerinde ödül aldığına çok rastlanmaz (yabancı film adayları hariç).
Elbette "Oscar'ın habercisi" nitelemesinin hakkını senelerdir veren bazı festivaller bu kategoride değil...
Lafı daha fazla uzatmadan tahminlere geçelim...
En iyi film için gönlümde yatan aslan 'Düşler Diyarı'. Fakat akademi üyelerinden böyle bir karar çıkarsa çok şaşırırım.
Akademi üyelerinin seçimini ise 'Lincoln'dan yana kullanacağını düşünüyorum. 'Argo' ciddi bir rüzgar yakalasa da Oscar'da en iyi film seçileceğini zannetmiyorum. Her iki film de Amerikan milliyetçiliğine oynasa da, sinematografik açıdan ve özellikle de yönetmeni Spielberg avantajıyla 'Lincoln'ın şansı daha yüksek. Tarantino'nun 'Zincirsiz'ine, esasında ırkçılık tartışmalarından kaybettiği kandan önce de çok şans tanınmıyordu.
En iyi yönetmen kategorisinde de 'Argo'ya şans vermiyorum.
Bu kategoride yine 'Düşler Diyarı' gönlümün aslanı. Ancak Ben Zeitlin yalnız değil. 'Anna Karenina'ya müthiş bir sinemasal yorum getiren Joe Wright da favorim. Ama akademi üyelerinin birçoğunun sinemaya benim gibi bakmadığını tahmin ettiğimden, bu kategoride ödüle en yakın duran isimlerin Steven Spielberg (Lincoln) ve Ang Lee (Pi'nin Yaşamı) olduğunu düşünüyorum.
En iyi yabancı film kategorisinin yanı sıra en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında da aday gösterilen Haneke'nin Aşk'ı, bu dallardan en az birinden ödül alacaktır. Bu da en iyi yabancı film olacaktır.
2010'da en iyi yönetmen ödülünü 'sürpriz' bir şekilde alarak (Ölümcül Tuzak) Oscar tarihine geçen (bu ödülü alan ilk kadın yönetmen) Kathryn Bigelow, bu sene de aynı tarz filmle aday.
Önceki filminde Irak'taki Amerikan askerlerini konu edinen Bigelow, bu defa ise El Kaide lideri Usame Bin Ladin'in öldürüldüğü operasyonu film yaptı. Oscar'ın bu seneki en güçlü adayları gibi Bigelow da 'Zero Dark Thirty' ile Amerikan milliyetçiliğine oynuyor. Ancak daha 3 sene önce ödül aldığı için akademi üyelerinin yeniden iltifatına mazhar olacağını sanmıyorum.
En iyi erkek oyuncu olarak Danial Day-Lawis (Lincoln) neredeyse rakipsiz. Sefiller'in müzikal uyarlamasındaki performansıyla Hugh Jackman dikkat çekse de şansı çok değil.
En iyi kadın oyuncu için -en iyi filme neden aday gösterildiğini bir türlü anlayamadığım- 'Umut Işığım' filmindeki performansıyla Jennifer Lewrance favorim. Aşk'ta çok iyi bir oyunculuk sergileyen Emmanuelle Riva da ödüle yakın.
En iyi yardımcı erkek oyuncu için ise kesinlikle Cristoph Waltz'ı tek geçiyorum. Tarantino'nun vazgeçemediği isimlerden olan Waltz, en iyi yönetmen aday olamayan Tarantino'nun 'Zincirsiz'inin yıldızıydı.
En iyi yardımcı kadın oyuncu için adayım da 'Sefiller'deki performansıyla Anne Hathaway.
Pi'nin Yaşamı'nın görüntü dalında ödül alması da sürpriz olmaz.
En iyi özgün senaryo için 'Zincirsiz' ve 'Aşk' favorim. Ladin'in öldürülüşünü anlatan 'Zero Dark Thirty' ile yaşanmış bir hikayeden yola çıkan 'Uçuş'un nasıl olup da özgün senaryoya aday olduğunu sorgulamayı size bırakıyorum.
En iyi uyarlama senaryoyu kimin alacağından emin değilim. Zira akademi üyeleri daha önceleri, uyarlama olan senaryoya en iyi özgün senaryo ödülü vermişti. Varsın bu defa da gönüllerince karar versinler.
Şiirin hayata katkısının,
hayatın şiiri beslediği noktanın ta kendisi olmasından anlamamız
gerekir ki, sinema, şiirin bahanesidir...
'Bahane' ifadesi gündelik hayatta
ne denli ucuzlatıldıysa, şiir, sinema ve sanat söz konusu
olduğunda kelime ehemmiyetini o oranda artırır. Çünkü sanat,
hakikatin işaretini beşere göstermenin, beşer tarafından görmek
için vesile olmanın en estetik hali ve sezgi, duygu ve fikir
dünyasının gıdasıdır.
Her şey gıda olabilir. Lakin
'su' ne denli somut bir gıda ise beden için, ruh için de sanat
öylesine mühimdir...
İşte böyle bakarım beyaz
perdeye...
Öylesine duygu dolarım ki bazen,
'sinema olmasa nasıl yaşardım' diye kendime sorarım...
Abartıyor muyum?
Kutsuyor muyum, sinemayı?
Sanata haddinden fazla mı
ehemmiyet veriyorum?
Belki evet...
Bu, nereden bakıldığına
bağlı...
Hayatın hiçbir aşamasına
olmadığı gibi, sanata da kalbimi bir tarafa bırakarak
bakamıyorum...
Hal böyle olunca, gönlüme
dokunan filmleri yazmakta da zorlanırım. Hakkını verememekten
korkarım. Bazen kelimeler öylesine kifayetsiz kalır ki, bir
kelimenin noksanlığını bir başka kelime ile kapamak zorunda
kalırım. Bir damlanın yokluğunu, bir başka damla ile doldurmak.
Lakin öylesine damlalar ki bunlar, her biri birbirinden farklı
tatta ve bütünü bir ummanı oluşturuyor.
Ve elbette şiir...
Kelimelerin yükünü en iyi
sırtlanan ve kelimelerin sırtında büyüyen bir dev...
Sayfalarla, saatlerle, resimlerle
anlatamadığınız öyle çok şeyi sadece ve sadece bir çift
satırla anlattığınız olur. Şair için böyle olur. Şiir için
böyle...
Yani şiir, hakikatin işaretine
işaret eden işaret mısralarıdır...
Şiir ile sinemayı bir arada
buluşturmanın birkaç yolu vardır.
Birincisi;
şiiri doğrudan filmin konusu edersiniz. Mevzunun bir yerinde veya
tam merkezinde şiir olur. Bu durumda, sinemada şiire yer vermiş
olursunuz.
İkincisi;
film dilini öylesi bir hale getirirsiniz ki, bir şiirin hissiyatını
verir ve 'şiirsel film dili' dediğimiz üslup oluşur...
Üçüncüsü;
ikisinin ortası bir şey. Filmin konusu şiir veya şairdir.
Ağırlıklı nokta budur. Fakat filme öylesine sirayet etmiştir ki
şiir, film dilinde de kendini gösterir.
Açıkçası üçüncü maddenin
sinemada teorik ve kuramsal olarak bir karşılığı yok. 'Arada'
olan bir şeyin neyi karşıladığını ifade etmek de pek kolay
değil. Hissi bir durum. Gönlüne dokunan sanat unsurlarından
çıkarım yapabileceklerin hissedeceği ve anlatmakta zorlanacağı
bir hal...
Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi
'Kelebeğin Rüyası'
tam böyle bir yerde duruyor.
İsterseniz önce filmin
hikayesine bakalım...
Zonguldak'ta yaşayan, iki genç
şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, yeni yeni modernleşen
bu madenci şehrinde memuriyet hayatlarını devam ettirirken, bir
yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle iç içe
yaşamaktadırlar. Cumhuriyet gençtir. Bir yandan modernleşme
çabasındayken, aynı yıllarda Avrupa'da da çetin bir savaş
yaşanmaktadır. Belediye Başkanı'nın kızı Suzan'ın Zonguldak'a
geri gelmesiyle Rüştü ve Muzaffer'in şiire olan inancı daha da
artar. Henüz lise öğrencisi olan Suzan, çevrenin istememesine
rağmen iki gençle yakın arkadaş olur. Fakat 1940'lı yılların
vebası olan verem, iki genç insanın da sağlığını git gide
tehdit etmektedir. Rüştü ve Muzaffer'in hem kendi gelecekleri, hem
de dünyanın gidişatı hayra alamet değildir...
En başta şunu belirtmek gerek
ki, film, gerçek hayat hikayelerinden yola çıkmış. II. Dünya
Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden
ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatının
son dönemini anlatıyor. O dönemde şairlerin lisedeki edebiyat
öğretmeni ise Behçet Necatigil’dir.
Daha hayatının baharında
diyebiliriz. Zira 22 yaşında veremden ölür, Rüştü Onur.
Peki bahar nedir?
Hayat nedir?
Hayatın baharı n'ola!
Daha filmin açılışında, bir
karanlığın içinde dengesizce hareket eden ışıltının, birkaç
saniye sonra, madenden kömür çıkaran bir atın göz bebeği
olduğunu fark ettiğinizde, -daha filmin ilk sahnesinde- gönlünüze
mevsimsel bir göz kırpıyor, Yılmaz Erdoğan.
Siz ister bahar deyin, ister
isimsiz bırakın. Neticede daha filmin başında beklemediğiniz bu
sürpriz ile sinema adına tat alacağınız bir 138 dakika
yaşayacağınızı anlıyorsunuz.
Evet, film biraz uzun. Ancak
böylesine 'temiz' ve 'sağlam' bir filmin de o kadar hakkı olsun.
Filmi uzun kılan unsurlar
'gereksiz' gelmedikten sonra bir mahsuru yok. Ve şöyle bir
düşününce 'olmasa da olur' diyebileceğim pek bir şey gelmiyor,
aklıma.
Daha ilk sahnede Yılmaz Erdoğan,
sinema sanatı adına kendini ne oranda geliştirdiğini gösterecek
'artistik' hareketler yapıyor. Ortam sesini duymayarak, sadece müzik
ile hayata geçirilen 'tek plan' sahne, özellikle kamera hareketleri
ile akıllarda kalacak cinsten. Zira hem ray, hem vinç ve hem de
kameraman adımı kullanılarak harikulade bir giriş yapılmış.
Görüntü yönetmeni Gökhan
Tiryaki'yi özellikle tebrik etmek isterim. Senelerdir Türkiye'de
sinema sanatı namına üretilen en özel filmlerde (Bir Zamanlar
Anadolu'da, Vavien, Dedemin İnsanları, Issız Adam) imzası bulunan
Tiryaki, Kelebeğin Rüyası'nda da ustalığını konuşturmuş.
Bir 'dönem filmi' olan Kelebeğin
Rüyası'nı mükemmel kılan unsurlardan biri 'sanat yönetmeni'.
1940'ı anlatan dokuyu sağlama noktasında çok iyi iş çıkarılmış.
Sinemamızda dönem işleri, genel plana çıkmadan (böylece de az
prodüksiyon/masraf yaparak) kotarılmaya çalışılıyor. Ancak
filmde bu noktada hiçbir masraftan kaçınılmamış. Dönemin
Zonguldak'ının, insanların kıyafetinin resmi gayet inandırıcı
olmuş. Filmin bütçesini 10 milyon dolar yapan da bu tür
harcamalar olsa gerek.
Oyunculuklar noktasında da film
neredeyse mükemmel bir noktada. Başrol Belçim Erdoğan hariç. Ne
başrole, ne de Kıvanç Tatlıtuğ'un yanına yakışmamış. Başta
Mert Fırat ve Yılmaz Erdoğan olmak üzere oyunculuklar çok iyi.
Kıvanç Tatlıtuğ ise son dönem yükselişini devam ettirmiş.
Filmin senaryo çalışmasına
yedi sene önce başlayan Yılmaz Erdoğan, çekimleri de 16 haftada
tamamlamış. Ülke şartlarında bir sinema filminin 4-5 haftada
çekildiğini düşünecek olursanız, film için ne denli emek
harcandığını tahayyül edebilirsiniz.
Kelebeğin Rüyası'nın mühim
bir noktası daha var.
Tek Parti iktidarındaki
Zonguldak'ı anlatan film, 'Mükellefiyet Kanunu'nu alt hikaye olarak
kullanıyor. Kanuna göre bölgede eli kazma tutan her erkek madende
çalışmak zorundadır. Kömür madeninde çalışmanın kuvvetle
muhtemel sonucu ise akciğere bağlı bir hastalığa yakalanmaktır.
Tek Parti iktidarına yönelik
eleştiri sadece bununla kalmaz. Çok göze batmasa da Kelebeğin
Rüyası'nda Cumhuriyet'in kurucu iradesine olmasa da Milli Şef
iktidarına eleştiri var. Türkçe ezan okunduğu dönemde 'Tanrı
uludur' ifadesini duymamızın sebebi budur. Başka birkaç unsur
daha var elbet. Ancak filmle ilgili daha fazla ipucu vermemek adına
bununla yetinmek gerektiğini düşünüyorum.
Bazı sahnelerin, sırf resim
olsun diye senaryoya konduğunu da düşünmedik değil bazen.
Müzikler
kendi içinde tutarlı ve gayet başarılı. 'Yerel' tonlarda müzik
yapılmaması eleştiri konusu olabilir, ki, neden böyle bir şey
tercih edildiğini öğrenmek gerekir. Filmin neredeyse tamamen 'yeni
çağdaş model aileler'in ortamlarında geçmesine yapılacak
eleştiri, müziğe de yapılabilir. Bu durumda, hikayenin geçtiği
ortamların 'eleştiri' gayeli seçildiği şeklinde yapılacak
yorum, müzik noktasında da dillendirilebilir.
Yılmaz Erdoğan'ın imzasını
çıkarsak, çok rahat bir Hollywood veya usta işi Avrupa filmi
olduğunu düşünürsünüz. Yılmaz Erdoğan imzası ile ise usta
işi bir Türkiye filmi olduğuna inanıyoruz.
Kelebeğin Rüyası, Yılmaz
Erdoğan'ın sinemamıza sadece 'güldürü' ile 'gişe katkısı'
sağlamanın çok ötesinde fayda sağlayacağına işaret eden
tertemiz ve sapasağlam bir eser olarak müstesna yerine oturacaktır.
Filmin isminin neden 'Kelebeğin
Rüyası' olduğu da mühim. Bu hususu da filme bırakalım...
Kelebeğin Rüyası'nda şiir,
kullanılmaktan öte izleyicinin damarlarına şırınga ediliyor.
'Bir
şiirlik can'ı olanların 'kız'ı da, şiiri
de, hayatı da 'bahane' etmesini anlatan Kelebeğin Rüyası, iyi
şiirin sahipsiz olduğunu kanıksayan insanların olduğu dünyada
'güzel olan, yaşadığımızdır, bir gün öleceğimiz değil'
demekten kendini alamıyor.